1946 seçim kampanyasından çoklukla seçilip gelen C. H. P. Milletvekilleri bozuktular. Parti ilk defa milletten bir zılgıt yemiş, sarsılmıştı. Üstelik seçim muallel (kusurlu) idi. Bazı vilayetlerde yapılan seçim hileleriyle muhalefetten hiç değilse 60 kadar milletvekilinin hakları yenmişti. Bu da memleket ölçüsünde tepkiler yaratmıştı. Uzun bir tek parti devrinin biriktirdiği hoşnutsuzluk yaygındı. Dili çözülen milletin bütün şikâyetleri ortaya dökülmüştü. Ama denebilir ki halkın 1 numaralı yakınması din hizmetleri ve din öğretimi bahsindeydi. Vatandaş “Ölü yıkayacak adam bulamıyorum” diyordu. Şikâyetler asılsız değildi. O tarihte bu hizmetler artık büsbütün sahipsiz kalmış görünüyordu. Camiler, mescitler bakımsız, tamirsizdi. İmam- Hatip Mektepleri kapatılmış, uzun yıllar din adamı yetişmez olmuştu.

Beş on âyet ezberleyen din adamı geçiniyor, bunlara da “hademe-i hayrat” adı veriliyordu. Bir ara bunların aylıkları 10 lira olduğunu biliyorduk. İlâhiyat Fakültesi kaldırılmış, vâiz, müftü seviyesinde mü’mine yol gösterecek kimse bulunmaz olmuştu. Nihayet uzun yıllardan beri okullarımızda din öğretimi yoktu. İşte bu bahiste 1946 seçimlerinden sonra C. H. P. Meclis grubu ürkmüş, adeta paniklemiş görünüyordu. Mutlaka bir şeyler yapılmalıydı. Yoksa millet rey vermeyecekti. İlk teşebbüs Meclis’teki ilk eski din adamlarından geldi. Başta Raif Hoca, Fatin Hoca, Rasih Hoca ve onlara katılan Hamdullah Suphi Bey ve arkadaşları bir kanun teklifi getirdiler. Burada din eğitiminin iadesi ile birlikte medreselerin yeniden açılması yönünde hükümler vardı. Millî Eğitim Komisyonu’nda teklif ihtiyatla karşılandı. Görenek oydu ki bu ölçü ve nitelikte bir tasarı ancak “yukarıdan” gelebilirdi.

Komisyonda galiba benden başka teklifi görüşmeye yanaşan yoktu. Oysa bu bahiste Cumhur başka’nı suskundu. Recep Peker hükümeti ise zaten demokrasiye, dolayısıyla bu türlü tedbirlere taraftar değildi. Ancak Grup’ta rahatsızlık artıyordu. Çünkü Demokrat Parti Meclis’te üzerine varmamakla beraber halk arasında bu konukonuda geniş tahrikler ve vaitler yapmaktaydı. Netekim ezanı yeniden Arapça okutacaklarını daha seçimlerden önce vaat etmişlerdi. Mesele Halk Partisi divanına götürüldü. Orada başlıca münakaşa “din eğitimini laiklik prensibi ile nasıl telif ederiz?” davasıydı. Ben de anlatmaya çalıştım ki biz de diyanet hizmetleri fiilen devletin elinde kalacaktı, nitekim kalmıştı. Dinî eğitim de bu hizmetlerdendir. Aslında ise bu yolda şimdiye kadar lâiklik namına yapılan tatbikat yanlış olmuştur. Divan esasta mutabık kaldı ve din eğitimi işine Parti Meclis Grubu’nca bir şekil verilmesini uygun buldu.

Birinci Hasan saka Hükümeti işi biraz daha ciddiye almış göründü. Camiler ve din adamları biraz daha gözetilir oldu. Ancak rahmetli Faik Ahmet Barutçu din dersleri için özel dershaneler açılabilsin, isteyen çocuğunu oraya gönderir, fikrindeydi ki bu telkini İnönü’den bildik. Mesele yeniden Grub’a geldiğinde eyyamcılar ve partinin aşırı devrimcileri bir ölçüde hizaya gelmişlerdi. Eski din adamları ve biz gençler ağır basabiliyorduk.

Esasları kaleme almak üzere geniş bir komisyon kuruldu. Orada vardık. Dört madde üzerinde mutabık kaldık:

1- İlkokulların son iki sınıfında din dersleri okutulması.

2- İmam- Hatip Okulları açılması.

3- Ankara’da bir İlâhiyat Fakültesi kurulması.

4- Türk büyüklerine ait türbelerin ziyarete açılması.

Rapora ben bir muhalefet şerhi yazdım. Nihat Erim de imza etti. Biz meslekî din eğitiminin de Diyanet İşleri’ne değil, Millî Eğitim’e bağlanmasını istiyorduk. Gruptan karar da o yolda çıktı. Ancak devrimciler bir takrirle bir balgam attılar, İmam – Hatip Okulları “kursları” oldu. Rahmetli selefim Millî Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer ilk iş olarak din dersleri için bir kitap yazdırdı. Fakat ortalık öyle bir bulanık hava içerisindeydi ki bunu yazan komisyon işin içine biraz devrimcilik, biraz

da dervişlik karıştırmıştı. Galiba içinde Pir Sultan Abdal’dan şiirler de vardı. Bu, Diyanet İşleri’nde ve ilgili çevrelerde tepki uyandırdı. Hulâsa din eğitimi tatbikatı gecikiyordu. İkinci Hasan Saka kabinesinde Millî Eğitim Bakanı bendim. Davayı baştan beri takip etmiş olmakla birlikte benim de yenmek zorunda olduğum güçlükler vardı. Grup kararlarından ikisi, İlâhiyat Fakültesi kurulması ve türbelerin açılması hakkında kanunlar çıkarmak lazımdı. Öbür ikisi, din dersleri konması ve İmam- Hatip Okulları açılması hususlarını mevcut kanunlarla ve Bakanlık yetkisi ile başarabilecektim. Hatırımdadır, sayın İnönü bu bahiste benimle hiçbir şey konuşmuyordu. Diyanet İşleri Başkanı rahmetli Hamdi Efendi ile görüştüm: - Hocam, bu kitapları sen yazacaksın, dedim. - Nasıl kitap istiyorsunuz? Diye sordu. - Dinde inkılâp olmaz, biz vaktiyle nasıl okuduksa öyle, dedim. Ve ilave ettim, yalnız mezhep ayrılıklarına girmeyelim ve hurafeye yer vermeyelim. Hoca: - Tabiî öyle olur, dedi ve yardımcı bir heyetle kitapları yazmaya koyuldu. Biz de Meclis’e kanun tasarıları sevk ettik ve hazırlıklara giriştik. Şimdi sıkıştırılıyorduk. Bir gün İbrahim Arvas Meclis kürsüsünden sesleniyordu: - Hasan Bey, Hasan Bey sen bu Banguoğlu’nu buradan al. İpe un seriyor. Ona başka bakanlık ver. Arada hükümet istifa etti. Şemsettin Günaltay hükümetinde de ben Millî Eğitim’de kaldım. Kaydetmeliyim ki Başbakan’dan ciddi yardımlar gördüm. Kitap işi gecikiyordu. Günahı söyleyenin boynuna, işittik ki Fuat Köprülü hocamız Hamdi Efendi’ye: - Hoca yazma! Biz sana ferve-i beyzâyı (beyaz kürkü, Şeyh-ül İslamlık kisvesini) giydireceğiz, demiş.

Şemsettin Bey ona göründü ve kitaplar geldi. Çok güzel kitaplardı. Bastırıp dağıttık. Kanunlar da çıkmıştı, öyle ki 1949 yazında her konuda ders yılı için hazırlıklarımız tamamdı. Din dersleri için tamimler yaptık. Bunlar ihtiyari olacaktı. Ancak ihtiyar çocuğun velisine aitti. Çocuğunun din dersine girmesini istemeyen ana baba okula bu yolda bir mektup yazmalıydı. Hatırlarım, neticede bana yalnız Ankara Üniversitesi profesörlerinden birinin Türkiye ölçüsünde bir tek mektubunu getirmişlerdi. Biz hususiyle Alevî köylerinde din derslerinin zorlanmamasını tavsiye etmiştik. Oysa bütün Alevîler çocuklarını din dersine gönderdiler. Sivas’ta bir kısım Ermeniler de çocuklarını bu derslere göndermek istediler, memnuniyetle kabul ettik.

İmam- Hatip Okullarını 1924 tarihli tevhid-i tedrisat (öğretim birliği) kanununun emredici hükmüne dayanarak açıyorduk. Aslında bunların kapatılması bir kanunsuzluk olmuştu. Bunlara baştan “kurs” denmişti. İhtiyaç o kadar acildi ki ilk sınıf mezunlarına da bir ehliyet verip onları imam yapmayı düşündük. Sınıflar ilerleyecekti. İmam- Hatip Okullarını ilkin 10 il merkezinde açabiliyorduk, ehliyetli hoca bulmak güçlüğümüz vardı. Hatırlarım, İstanbul’da İmam- hatip kursunu teftişe gittiğimde onu etyemez’de bir eski sıbyan mektebi binasında açılmış buldum. Kürsüde benim liseden ulum-u diniye hocam Celâl Hoca vardı. Kalktı, telaşlandı. Ellerini öptüm. Bana yerini, vermek istedi. - Hocam, ben gene sizin talebenizim, dedim, bir sıraya oturdum. Hoca da yerine oturdu, ama ağlıyordu. Benim de gözlerim yaşlıydı. İlahiyat Fakültesi’nden dinî hayat için ilk planda geleceğin müftülerini, başlıca vâizlerini ve öğretmen okullarına koyduğumuz din derslerinin hocalarını bekliyorduk. Bu bahiste yeni muhtar üniversitelerin prestij davası ve diyanet işlerinin meslekî rekabet havası baş gösterdi. Üstelik muhalefet burayı çürütmek, ileride kendi hesabına bir şeyler yapmak istiyordu. Lâik, dinsiz bir kuruluş, diye burayı el altından kötülediler. Ben onun bir ölçüde ağırlığı olan bir kadro ile üniversite içinde ve dışında kendini ispat edeceğine ve şahsiyetini tanıtacağına inanıyordum. Böyle terk edilmiş bir sahada kadro yapmak da çok güçtü. Bereket versin İstanbul Edebiyat Fakültesi’nden çok değerli arkadaşlarım davayı tuttular. Eski din adamlarından birkaç zat katıldı ve İslâm memleketlerinden birkaç âlim sağladık. Sonradan katılanlarla da gelişen bir kadro onu sonraki çürütme gayretlerine karşı da ayakta tutacaktı. Nihayet yeni kanunun emrettiği tarzda bir Bakanlar Kurulu kararı alarak ilkin Türk büyüklerinden 20 zatın türbelerini ziyarete açtık. Bu hareket gönüllerdeki bir ezayı giderdi ve bugün inanılmayacak kadar bir memnunluk yarattı. Uzun bir kapalı rejim devri sonunda dinî eğitim sahasında meydana gelen bu ilk gelişme o devir tarihimizde bir ilk revizyondu. Bu çok dikenli yolda benim bir hizmetim olabildiyse Allah kabul etsin.

[1] BANGUOĞLU; Tahsin; KENDİMİZE GELECEĞİZ. İstanbul, 1984. S. 96- 102. [2] Milli Eğitim eski Bakanı (1948- 1950)