Geçen hafta, Kovid-19 salgınından sonra, belki de ilk kez, rahat bir şekilde, bir grup orta sınıf Avrupa Türküyle, bir araya geldik. Uzun zamandır ertelenen öğle yemeği için Amsterdam’dan yola koyulduk. Hava, tipik bir Hollanda sonbahar havasıydı. Yağmur bazen şiddetini artıyordu. Güneş üç beş dakika olsa da, yüzünü gösterip tekrar kayboluyordu. Yağmurun etkisiyle, her zaman olduğu gibi, yollar kalabalıktı. Bir saat sonra, Almanya, Belçika ve Hollanda üçgeninde yer alan, ana yol üzerinde yer alan bir iş yerine vardık. Ana yoldan günde yetmiş bin araç geçmekteymiş.    

Bizi, uzun yıllar Hollanda’daki medya ve STK’larda aktif olan değerli dostumuz, kapı önünde, kucaklayarak karşıladı. Yanında, birazdan göreceğimiz ve küçük dilimizi yutacağımız, son derece modern fabrikayı kuran güler yüzlü ortağı vardı. Hollanda usulü, kahvelerimiz hazırdı. Kahvelerimizi aldığımız misafirleri kabul odasında, yemeğe katılacak firmaların logoları ve temsilcilerinin isimleri büyük bir ekranda yerini almıştı. Şok üstüne şok yaşıyorduk. Her şey, kelimenin tek anlamıyla profesyoneldi. Hemen aklımdan, ‘Türkler bu işi öğrendiler’ cümlesi geçti.

Yemek hazırdı. Ama çok hızlıda olsa, binayı dolaşalım dedik. Üç katlı yönetim binasını gezdik. Patronların odası olduğu her halinden belli olan büyük odaya girince, yemek masasının donatıldığını gördük. Diğer şehirlerden gelenlerle birlikte altı kişiydik. İçimizden birisi vejetaryen olduğu için baya zorlandı. Yemek masası deniz ürünleriyle doluydu. Ne yiyeceğimi bir anda bilemedim. Adını bile bilmediğim böcek cinsi yiyecekler vardı masada. Denizden ne çıkarsa yemek için, ‘Şafi’ olmak lazımdı. Bu bizim için, ilk yirmi dakikada üçüncü şoktu. İçimden bir ses, ‘’bunlar tam Avrupalı olmuşlar” diyordu!

Yemek sofrasında aklıma, geçtiğimiz günlerde, Hollanda’da hükümet kurulma çalışmaları sürecinde, D66 lideri ve geçen dönem Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag’ın, ‘Hollanda’da siyasi kararlar kahve içerken alınıyor’ sözü geldi. Gerçi, bizimkiler siyasi karar almıyorlardı, ancak yemek sırasında hem tanışma hem fikir alışverişi yapılıyordu. Yemeğe katılanlar, yemeklerini yerken bir taraftan da kendilerini temsil ettikleri firmaları anlatıyordu. Anlatıldıkça, Hollanda’da pek görünür olmayan Türk orta sınıfının başarılarını tek tek duymaya başladım. Turizm, inşaat, endüstri, konut, sağlık, eğitim sektörlerinde etkin olan Türkleri dinlemekten mutlu oldum elbette.

Sıra bana geldi. Yemekte, girişimci olamayan tek kişiydim. Bunu biliyorlardı. Buna rağmen, son 30 yılda yaptığımız kültürel faaliyetlerden bir iki örnek vererek, ben de adeti yerine getirmiş oldum.

Son söz, misafiri olduğumuz şirket temsilcisinindi. Misafirler için hazırladığı, bu işe başlama hikayesi de dahil, PowerPoint gösterimi eşliğinde neler yaptıklarını anlattı. Bizim için şoklar devam ediyordu. Çünkü, yıllardır tanıdığımız bu dostumuzun böyle büyük bir girişimci olduğuna şahit oluyor, duyduklarımız karşısında maşallah demekten başka kelime bulamıyorduk. Bilgiler arasında, fabrikanın 9,5 bin metre karelik bir alana oturduğunu duyuyorduk. Alanlarında şu anda ilk beş içinde olduklarını, hedeflerinin ise, önümüzdeki yıllarda Hollanda’da ilk üçe gireceklerini duymak, insanı daha çok duygulandırıyordu. Hollanda başta olmak üzere, Türkiye, Polonya, İtalya, Almanya, Belçika’da etkinlerdi.

Bu satırları takip eden dostlarım hatırlayacaklardır. Üç hafta önce Amsterdam’da iki Türk genç girişimci ile buluşmuştum. Gençlerin psikolojisinden hareketle, “Dünya dilini konuşan Türkler geliyor” başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım. Yazıda, tipik Avrupa Türk orta sınıfı üyeleri olan bu gençlerin, üniversite eğitimlerini, Hollanda’da bitirip, İngiltere’de staj görüp, en az dört dil bildiklerini, Avrupa’nın mantığını çözüp, kendi işlerini kurduklarını ve dünyada geçerli dili konuştuklarına dikkat çekmiştim.

Aynı yazıda, Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in söz konusu Türklerle ilgili  "Onlarsız bir Almanya artık düşünülemez. Göçmenler, onların çocukları ve torunları artık fabrikalarda ve araştırma tesislerinde çalışıyor. Onlar sanatçılar ve müzisyenler, girişimciler ve aşı geliştiriciler, hakimler ve savcılar, parlamento üyeleri, müsteşarlar veya bakanlardır" sözlerine vurgu yapmıştım.

Alman Cumhurbaşkanının tarif ettiği, gösterişten uzak ve işlerine odaklanmış Türklerle aynı sofrada bir araya gelmekten büyük mutluluk duyduğumu belirtmeme gerek var mı bilmiyorum. Onlarla birlikte olmanın mutlu edici bir başka tarafı ise, sofradakilerin sohbet esnasında, Avrupa’daki Türkler ve Avrupa’daki gelecekleri le ilgili dertleri olmasıydı. Yanlış duymadınız, öğle yemeğindeki grup, Avrupa Türkleri başta olmak üzere, Avrupa, Türkiye, akraba topluluklar, soydaşlarımız ve hatta mazlum milletler hakkında sorumluluk hissediyorlardı. Ayrıca, konuşmalarda, Avrupa’da ‘ortak hedef’ etrafında yeni oluşumlara duyulan ihtiyacın dile getirilmesi dikkatimi çekti. Öncelikle ve ivedilikle bu konunun felsefesinin yapılması ve bu yönde somut adımlar atılması yönünde teklifte bulundular. Avrupa Türk orta sınıfının, meselelerimiz üzerine tespit ve diyagnozlara, somut eylemlere kafa yormaları, geleceğimiz için, hiç şüphesiz, takdire şayan gelişmelerdir.

Veyis Güngör