"Babalar Günü" Münasebetiyle

ÖYKÜ

SEVGİ, ÖLÜMSÜZDÜR!

Levent'in ve ailesinin oturduğu ahşap, dış cephesi yeşil boyalı, üç katlı evleri vardı. Buğday Pazarı Mahallesi Akın Sokak'ta, hemen sokağın başındaki ilk ev onlarındı...

En alt katta, küçük bir avlu, avluda ince kum ve çimento karışımından küçük, yüzeyi parlak ve kaygan bir oluk... Levent, ilkokulda öğrenciyken, o olukta Acı ve Tatlı Çaylar'dan arkadaşlarıyla tuttukları, adına "köpek balığı" dedikleri serçe parmağından küçük balıkları beslerdi. Daha doğrusu beslemeye çalışırdı, çocuk aklıyla... Ekmek taneleri, küçük et parçacıkları, hatta yosunlar koyardı; yavru balıklar yesin diye... Ama, ertesi güne kalmadan hepsi ölürdü.

Ailece yaşadıkları evin avluya bakan 1,5 metre yükseklikteki duvarın hemen öbür tarafında Topuzsaray köylü Osman amcanın evi bulunurdu. Osman amcanın evinin bahçesi, kendilerine ait avlunun en az 7-8 kat büyüğü idi. Ortalama 200 metrekarelik bir bahçe olmasına rağmen, içinde elma, armut, kayısı, ayva ve kiraz ağaçları da vardı. Duvarın üzerine çıkıp, yakın olan ayva ve kirazları dalından koparıp yemekten büyük zevk alırdı. Osman amca, hanımı Nazife Teyze ve kızı Kezban görmeden kirazları ve ayvaları koparmanın heyecanı, Levent için bir başkaydı. O günlerde muzurluk sadece böyleydi, en azından Levent için...

"Ne tatlı insanlardı, ne tatlı komşuluktu ve ne tatlı günlerdi." diye iç geçirdi.

***

Evin kuzey cephesinde sokağın karşı tarafında ise Mahmut Baba ile Meryem Anne otururdu. Kirada oturdukları evleri, Levent'in evlerine göre daha eski, hatta tarihî diyebileceğimiz türde iki katlı, cumbalı ve bahçeli bir evdi. Mahmut Baba, çam yarması gibi uzun boylu ve cüsseli olmasına rağmen; Meryem Anne, kısa boylu ve zayıftı. Meryem Anne'nin elinden her iş gelirdi. Levent'in annesi; kışlık salça, pekmez, reçel yapacağı her sonbahar mevsiminde Meryem Anne'ye danışmadan, onun görüşünü almadan ve ona salçayı, pekmezi, reçeli tattırmadan yapamaz; "Tamam, olmuş!" demesini bekler, onayını almadan işini bitirmezdi. Meryem Anne, güngörmüş, yaşlı bir hanım anneydi. Mahmut Baba ise, un fabrikasında, un çuvallarını taşımakla ömrü geçmiş, celal bakışlı ve heybetliydi.

Levent ve mahalle arkadaşları, bu iki dev çınardan saygı karışımı korkarlardı. "Gidin. başka yerde oynayın!" uyarılarından ürktükleri için sokakta gürültü yapamazlar, sessizce oynamaya çalışırlardı. Mahalle çocukları; dalya, saklambaç, komençilik oynayabilmek için, onların eşref vakitlerini beklerdi. Bakışlarla onayın geldiğini anlayınca da zevkten dört köşe olurlardı. Oysaki, en gürültülü oyunlarında bile, ne Mahmut Baba ne de Meryem Anne'nin, bir fiske vurdukları hiç görülmedi. Bakışlar, yetiyordu... Levent, liseye yeni başladığı zamanlarda Mahmut Baba ve Meryem Anne, her şeylerini satıp Trabzon Huzur Evi'ne yerleşmişlerdi. Meryem Anne ve Mahmut Baba yoksuldular; ama, kişiliklerinden hiç taviz vermeden ulu bir çınar gibi yaşadılar ve gittiler... Osman amca ve hanımı rahmetli olduktan, kızları Kezban da Ankara'da görevli biriyle evlenip gittikten sonra, bahçe uzun müddet boş kaldı. Levent için, bebek yaşlardan itibaren yaşadığı sokak ve tanıdığı insanlar, bir başka değer idi. Zaman zaman bu güzel komşularını düşünmekten kendini alamazdı.

"Ne tatlı insanlar, ne tatlı komşuluk ve ne tatlı günler." diye iç geçirdi...

***

26 Şubat pazartesi günü... Lise 2. sınıfın 2. döneminin üçüncü haftası...

Levent, Fizik dersine çalışıyordu. Emine Hoca'nın dersine... Sevmediği, hatta nefret ettiği bir ders... Okuyor, çalışıyor saatlerce; ama, anlamıyordu. Yıllarca PSCC harflerini hiç unutmadı, unutamadı. 1200 sayfalık büyük boy dev bir kitaptı. Ve üzerinde de kocaman harflerle PSCC yazıyordu. Sessiz ve sakin ortam olduğu için evin misafir odasında çalışmayı çok severdi. Misafir odası, sadece misafirler geldiğinde veya evin en küçüğü olduğu için ona iltimas geçilir ve o ders çalışmak istediğinde misafir odası açılırdı. Eski model yeşil kadifeli koltuklar, bir de üzerinde dantellerin örtülü durduğu, içinde süs eşyalarının bulunduğu vitrin ve iki küçük, bir büyük sehpa... Çalışmalıydı, hatta anlamasa da ezberlemeliydi. Ve öyle yapıyordu; Fizik dersi ezberlenir mi? Levent, ezberlerdi...

***

Bir yerlerde yanlışlık vardı. 16 yaşındaki bir gencin idrak etmesi zordu. Çok sonraki yıllar daha iyi anlayacaktı, bazı sorunları... Yıllarca ne yabancı dil, ne de fen dersleri, hatta sosyal dersler, "Neden - Sonuç İlişkileri" göz önünde tutulmadan öğretilmişti. "Fizik, Matematik, hatta Türkçe, Tarih dersleri hangi gerekçelerle öğretilmeli ve hayatın hangi aşamalarında yararlı olmalı?" sorularının cevapları verilmeden genç beyinlere -tâbir caizse- körü körüne eğitim ve öğretim verildi. Sevdirilmedi, derslerin önemi kavratılmadı. Derse girdiğinde, sırtını öğrencilerine dönüp tahtaya formüller yazan, ders bitiş ziliyle de sınıfı terk eden, öğrencilerle ikili ilişkilerden uzak, liyakatsiz hocaların varlığı, ne büyük tehlike... Çocuklar, gençler ve onların yarınları düşünülmeden, ortaya konan bir eğitim sistemi... Monoton, komutlanmış robotumsu hareketlerle nesiller hibe edildi. Levent, bunları düşünebilecek yaşta değildi. O, ezberlemenin daha doğru olacağı kanaatindeydi. Ertesi günkü Fizik sınavına harıl harıl çalışıyordu.  

Saat, akşam 8 gibiydi; kapının zili çaldı. Genellikle kapıyı Levent açtığından  Pavlov'un "şartlı refleks" deneyini kanıtlarcasına, kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, gelen babası Hasan Efendi idi. Biraz gecikmiş olmalı ki, Hasan Efendi, oğluna:

- "Nerde kaldın oğlum?" dedi.

- "Geldim ya baba... Ders çalışıyordum."

Babasının halinin kötü olduğunu, yorulduğunu, sıkıntısının olduğunu anlamamıştı. Aklı, Fizik'te, yarınki sınavda idi.

***

Çocuk yaşlarda İstiklâl Yolu'nun Ilgaz-Kalecik güzergâhında cephane taşımış, yılların yorgunluğu bakışlarından hissedilen, 71 yaşındaki Hasan Efendi, ağır ağır merdivenlerden çıktı, üst kattaki yatak odasına geçti. Levent de misafir odasına...

Levent, babası ve iki ablasıyla birlikteydi, evde; yeni öğretmen olan Zeliha ablası ve annesi Satı Hanım, Urfa Birecik'te idi. Zeliha ablasının ilk öğretmenlik tayin yeri Birecik ilçesi idi. Ve onlar gideli üç hafta olmuştu. Evli abisi Ali de, hanımı ve çocuklarıyla evin orta katında kalıyordu. Evdeki diğer iki ablası, devlet memuru idi. Onlar yemek, bulaşık, temizlik, iğne-nakış işlerinde öbür odalarda idi. Levent de misafir odasında, Fizik dersine çalışmaya çalışıyordu.

***

Ertesi sabah... 27 Şubat Salı... Hani, her insanın her dönemde alışkanlık haline getirdiği tavırları vardır ya... İşte öylesine tavır içinde, sabah temizliği, kahvaltı, hızlıca giyinme ve hızlıca okul yolu...

Ayşe abla, her sabah yarım saat önce işe giderdi. Levent, Fatma ablasının hazırladığı kahvaltısını yaptı. Sabah yemeğinde, kıymalı yumurta, geceden kalma kabuğu soyulmuş patates haşlaması ve çay vardı.

Her zamanki gibi evden çıkmadan babasının odasına gitti. Babası Hasan Efendi, gözleri açık  yatağında yatıyordu. Ablasının tepside hazırladığı kahvaltıyı odadaki kare köşeli masaya bıraktı, odanın yanan ışığını kapattı.

- "Baba, kahvaltıyı getirdim." dedi. Hava güneşli olmasına rağmen, biraz soğuktu. Sobanın külünü aldı, yeni odunları attı, çırayla sobayı tutuşturdu. İki pencerenin de perdelerini açtı.

- "Baba, ben gidiyorum." dedi.

Babası:

- "Nereye gidiyorsun?"

- "Okula gidiyorum, baba!" dedi.

- "Bugün gitmesen olmaz mı?"

Bir anlam verememişti; "Niçin, bugün gitmesen olmaz mı?" diyordu.

- "Olur mu baba, bu gün imtihanım var."

Hem de nasıl bir imtihandı. Emine Hoca'nın Fizik imtihanı...

Babası, yerinden kalkmadan, oğlu Levent'in yüzüne baktı:

- "Peki oğlum! Git... Allah, tuttuğunu altın etsin. Yeleğin cebinden de harçlığını al." dedi.

Alışılmış bir tavırdı. Hasan Efendi, hemen hemen her sabah, Levent istemeden, aynı cümleyi kullanırdı. "Yeleğin cebinden harçlığını al."

***

Aldı harçlığını ve kendinden üç yaş büyük Fatma ablasıyla yola çıktı. Ablası, halk kütüphanesindeki görevine, Levent de okuluna gitti.

Hiç düşünmüyordu. Babasının, niçin "Bugün, gitmesen olmaz mı?" demişti? Bugünün diğer günlerden farkı ne idi? Babası Hasan Efendi, oğlunun okula gitmesini istemiyordu. Ama, niçin? Düşünmemiş, düşünememişti.

Okuldaydı. İlk iki saat Fizik sınavı... (O zamanki ifadeyle Fizik "imtihanı") Olacak ya, Emine Hoca, o gün derse gelmedi; rahatsız mıymış, izin mi almış; gelmedi. Sınıftaki bütün herkes o kadar çok mutluydu ki, sanki sınav tekrarı olmayacakmış gibi... Arkadaşlarıyla bahçeye indi. Neşet ve Cemalettin en samimi arkadaşları idi. Birlikte okulun bahçesinde tur attılar. Huzurluydu, bildiği bir şey varsa, unutulmayacak güzel arkadaşlıktı onlarınki...

***

Hep bilinmeyene, gizeme merak çok olur ya... Onlar da o gün, boş geçen derslerinde, Bermuda Şeytan Üçgeni'nden, Mısır Piramitleri'nden, Erich Von Daniken'in Tanrıların Arabaları kitabından bahsettiler. Söyleşi; o kadar tatlı, o kadar heyecanlı idi ki, sanki, her biri, Bermuda Şeytan Üçgeni'nde kaybolan uçaklardaki pilot gibiydi. Bir gün Mısır Piramitleri'ndeki esrarı çözebilecek gücü kendilerinde bulup-bulamayacaklarının sohbetini yapıyorlardı. "Erich Von Daniken sahterkâr mıydı, yoksa bir bilim adamı mıydı?", tartışması bir saatten fazla sürdü. Gençlik gücü ile her biri, birer "vatan kurtaran aslan" gibiydi. Mutluydular... Levent de mutluydu... Mutluluğunu paylaşabileceği dostları vardı.

Bizim en haylazımız bile "Toplum" der; "Atatürk" der; "Hocaya saygı, aileye bağlılık" der, diye düşündü. "Özünde saygının bulunduğu korku var; annemize, babamıza, hocamıza karşı", diye mırıldandı...  

***

3. ve 4. ders saatlerdeki ders bitiminde, öğle vakti, yemek için önce halk kütüphanesine gitti. Fatma ablasını oradan aldı ve birlikte eve koyuldular. Kapıyı açtıktan sonra ayakkabılıkta babasının ayakkabısını gören ablası:

- "Babam, evde herhalde. Çıkmamış." Levent ise:

- "Belki, diğer ayakkabısını giymiştir." diyerek az duyulacak tonla ablasına karşılık verdi.

Fatma ablası, doğrudan mutfağa yöneldi; Levent de oturma odasına... Babalarının evde olup olmadığını unuttular. Yarım saat kadar zaman geçti. Fatma abla, önceden hazırlanmış kuru fasulye ve pilavı ısıttı. Yemek hazırdı. Abla:

- "Babama bi baksana. Odasında ise çağıralım, yemeğini yesin." dedi. Levent:

- "Olur, abla." dedi ve babasının odasına yöneldi. Kapıyı açtığında odanın ışığının yanık olduğunu gördü. Babası, yatağında hâlâ yatıyordu. Yorganı, boynuna kadar uzatmış, sol eli yorganın üstünde, sağ eli yanağında, sağ tarafa doğru yatıyordu.

- "Baba, ışığı yakmışsın. Soba da sönmüş."

Oysaki, sabah odanın ışığını kapattığını iyi hatırlıyordu. "Demek ki kalkmış ve tekrar yatmış. Peki, güpegündüz ışığı niçin tekrar açtı?" diye düşündü ve garip bir duyguya kapıldı. Masaya doğru yöneldi:

- "Baba, yemeğini de yememişsin. Sobayı yakayım mı?" diye babasına seslendi. Ama, yüzüne bakmıyor, cevap vermesini de beklemiyordu. Alışılmış günlük görevini icra eden her insan gibi, yapılması gerekenleri yapıp, yemeğini yiyip, tekrar öğleden sonraki dersleri için okuluna gitmeyi düşünüyordu.

Bir an, bir an oldu ki, yüreği cız etti. Çok az rastlanacak bir duygu kasırgası içindeydi. Konuşuyordu, soruyordu; ama babası Hasan Efendi cevap vermiyordu. En fazla bir dakikalık zaman diliminde yaşadığı durum, anlatılamazdı. Benzer olayları yaşamayan biri de anlayamaz ve algılayamazdı.

***

Hasan Efendi, cevap vermiyordu; en uykulu zamanlarda bile, odaya biri girince hareketlenir, konuşurdu. Konuşmuyordu ve hareketsizdi. Levent'in yüreği yandı... 16 yaşında bir genç olarak bu suskunluğun, bu hareketsizliğin tek cevabı olmalıydı. Anlamıştı... Babası, ölmüştü... Ama, hiç "ölmüş" sözünü söylemek, düşünmek dahi istemiyor, ölmediğine kendini kandırmak istercesine, önce normal sesle, "Baba!", sonra da daha kısık sesle bir kez daha "Baba!" diye seslendi. Yine, ses yoktu... Babası Hasan Efendi'ye iyice yaklaştı; yorganın üstündeki sol elini yavaşça kaldırdı. Sanki uyanacak ve hareketlenecek sandı. Kaldırdığı sol eli, yavaşça bıraktı ve el yorgana düştü...

Tarifi imkânsız biçimde içten ağlamaya ve gittikçe tonu yüksek bir sesle de mutfaktaki ablasına seslenmeye başladı. Ağlamaklı bir sesle mutfağa yöneldi:

- "Abla, babama bir şey olmuş!"

Ses tonundan ve içindeki anormal durumdan etkilenen ablası:

- "Ne olmuş?", "Ne olmuş?" dedi.

Değişmez, kaçınılmaz gerçek olmasına rağmen; herhangi bir yakının ölümü kabullenilmez. Sıralı ve yaşlı insanların ölümünde dahi, yürekler acır, beyinler durur. Nitekim Levent, babasının ölümünü bilmesine, görmesine rağmen kabullenemedi. Ablasının, "Ne olmuş? Ne olmuş?" sorusunun cevabını ilk anda veremedi. Babasının öldüğünü görmesine rağmen kabullenemedi. Ve sadece:

- "Galiba, ölmüş!" diyebildi. "Galiba..."

Ablası önde, Levent geride tekrar odaya girdiler. Abla, babasına birkaç saniye baktı, kendini tutamadı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne yapacaklardı? İnsan, sevdiği birinin ölümünü gördüğünde ne yapar, ne yapabilir, ne yapmalıdır? Bir imdat bekliyorlardı. Birilerinin yanlarında olmasını istiyorlardı. Babalarının ölmediğine inanmak istiyorlardı. 16 ve 19 yaşlarında iki genç, ilk kez ölümle karşı karşıyaydı. Bir insan öldüğünde, hele bir baba öldüğünde ne yapılırdı? Bunları, o an düşünmüyorlar, kelimelere dökemiyorlardı. Betimlenmesi oldukça zor bir ortam yaşanıyordu. Belki yarım dakika içinde, asırlar geçmiş gibiydi.

Levent, hızlı adımlarla, evin arka cephesinden girişi olan orta kata koştu. Abisi Ali Bey de öğle yemeğine gelmiş, evdeydi. Aynı ağlamaklı tavır ve üzüntü ile abisine yöneldi. Ablasına seslendiği gibi, aynı ton ve aynı tavırla:

- "Abi, babama bir şey olmuş!"

Sanki, her anormal durumda her "bir şey olmuş" sözünde, her insan aynı tepkiyi verir gibi, Fatma ablanın aynı sözüyle, abisi:

- "Ne olmuş, ne olmuş!" dedi.

Levent de, yine aynı cevapla:

- "Galiba, ölmüş!" diyebildi. "Galiba!"...

***

Bu son sözüyle, belki biraz rahatlamıştı. Yanı başında artık abisi vardı. O, belki babasının ölmediğini söyleyecekti. Belki ablası ile Levent, babalarını ölmüş gibi görmüşlerdi. Belki de babaları hâlâ uyumakta idi. Bir an böyle hayal etti. Hâlâ, babasının öldüğüne inanamıyor, inanmak istemiyordu. Abisi, babaları Hasan Efendi'nin ölmediğini bilecek ve kardeşlerine "Merak etmeyin, babamız ölmedi!" diyecekti. Böyle bir mucizevî olay bekliyor gibiydi. Ama, ne çare ki; Hasan Efendi, ölmüştü.

***

Yaşayan ve ahirete irtihal etmiş tüm babaların "Babalar Günü" kutlu olsun!

Prof. Dr. Ahmet KIYMAZ

(23 Haziran 2020)