(Yaşar Duru; Yeşilçam'da Bir Urfalı / Hüseyin Peyda Kitabı)
Yüreğinin derinliklerinde bir yerde adını koyamadığım bir şeyler vardı Hüseyin Amcamın, farkındaydım, ama adını bir türlü koyamıyordum.
Ruhunun kör kuyularında biriktirdiği acıları vardı, farkındaydım, emindim. Sevinçler, dostluklar, düşmanlıklar ve ihanetler vardı mutlaka.
Ne kadar gizlemeye çabalasa da kimi bir tutam ağaran saç ve gözünün çevresini kuşatan çizgilerden biri olarak; “gör bak sinema bana neler etti!” dercesine halini-ahvalini, arada bir dudaklarından istemeden döktüğü kısa cümlelerinin içinde usulünce gizlediği Urfa ağzı kelimelerle hafıza defterime kazıyordu.
Hüseyin amcam, her sorduğumda, “yok bir şeyim, iyiyim” diyordu, ama gerçek hiç de dediği gibi değildi, iyi değildi Babamın Turan Mektebi’nden arkadaşı.
Yıllar acımasız tuzaklar kurmuştu yoluna.
Bu ulu çınarı, an olmuş susuz bırakmıştı; zamanı gelmiş kolunu kanadını budamak istemişti.
1970’lerin başlarında fırsat buldukça, Şehremini’nin en işlek kavşağına yakın bir noktada açtığı Ey Dost kebap ve lahmacun salonunda ziyaret ettiğim, o sağlıklı insan değildi.
Nefes almakta zorlanıyordu, ama yine de sigarasından vazgeçemiyordu. Hastaydı besbelli ve bu haliyle hayatının en zor rolünü oynuyordu; evlatlarına, dostlarına ve “yeğenim” dediği bu satırların yazarına karşı; sağlıklı, neşeli, şen şakrak ve mutlu adamı oynuyordu.
O günlerde hayat hikâyesinin son sayfalarını yazıyordu belki; kendi kendine ölçüyor, biçiyor, tartıyor; kârı da zararı da beyninin en derin kıvrımları arasında gizliyordu.
Bazen sanki “ben nerde yanlış yaptım” diye sorguluyordu geçmiş yılları. Kim bilebilir belki de varmak zorunda olduğu menzile bir kaç adım kalmışken ruhunu ve bedenini yoran gerekli-gereksiz ağırlıklardan kurtulmak istiyordu.
O günkü hali, aradan geçen otuz küsur yıla rağmen hala gözlerimin önünde; açsam da gitmiyor, kapatsam da gitmiyor. O, günden güne zayıflayan bedeni tepeden tırnağa ayrılık ve gözleri kadar mavi; sözleri de kendisi her ne kadar belli etmemeye özen gösterse de sadece hüzün kokuyordu.
Maçka yokuşunun başında ani bir kararla bir adım öne çıktım; yine her nereden aklıma düştüyse; aylardır sormak istediklerimi makinalı tüfek gibi nefes dahi almadan peş peşe sıraladım durdum.
“-Amca” dedim usulca:
“-Eğer Siz de uygun bulur ve izin verirseniz; Abdo beyi, daha doğrusu Sizi, Hüseyin Peyda’yı, yani hayat hikâyenizi yazmak istiyorum!”
Cümlemin sonuna noktayı koyunca, ikimiz de aynı merkezden yönetilen robotlar misali olduğumuz yerde aynı anda mıh gibi çakılıp kaldık. Ne iki yanımızdan gelip geçen insan selini fark ettik; ne arabalarının korna çalarak yol arkadaşımı selamlayışlarını ve ne de hayatın sel misali akışını görebildik.
O günden ve o andan bir tek kelime, tek ses ve tek söz saplanıp kaldı aklıma.
Hüseyin amcam “yaz” dedi, okyanus mavisi gözlerini kısarak bir daha ve bir daha “yaz” dedi.
“-Nasıl bir yazı” diye soracakmış gibi dudakları aralandı, ama tek kelime etmeden bakışlarıyla anlattı ne demek istediğini.
“-Belki bir kitap, biyografi olabilir, belki hatıra türü bir çalışma! Hatta roman… Şimdiden ne söylesem boş! Kitap olmazsa, tanıdık bir gazetede beş-on gün kadar yayınlanmak üzere uzunca bir röportaj da deneyebilirim” veya üç eksik beş fazlasıyla benzeri boynu bükük öksüz kelimeler ve yetim cümleciklerle anlatmaya çabaladım durdum aklımdan ve gönlümden geçenleri.
Kadıköy vapuru Beşiktaş iskelesine veda ederken, sol kolunu omuzlarıma atıp babaca bir iki sarstıktan sonra usulca;
“-Hadi bakalım yeğenim” dedi ve bu üç kelime yetti. Dünyaları bana vermişti Babamın Arkadaşı.
“-Hadi bakalım yeğenim”
Bu üç kelime kalbime, gönlüme, aklıma, dilime ve çeneme kendi ellerimle vurduğum kilitleri açan anahtar oldu adeta.
Oturdum ve yazdım!.