BAYRAMDI, GÖKLER AĞLADI

-Sarıkız-

Kütahya ömrüme nakşolmuş, bende derin izleri olan ilk beş şehirden biri. Ankara’ya yerleşmeden evvel (ki baktım da şöyle bir, ayrılışım on yıl olmuş) on beş yıla yakın Kütahya’da idim. O yüzden olacak Kuruluş’un ve Kurtuluş’un beşiği Kütahya bana (yalnız bana değil aileme de)  çok şey ifade eder. Üstelik biraz seyahati seven biraz da araştırmayı, ülkesinin zenginliklerini seven bir aile olunca Kütahya gibi bir şehir bizleri her zaman cezbeder. Bu yüzden, son birkaç yıldır hemen her yaz gideriz Kütahya’ya. Dönenler Camii mi, Dumlupınar Şehitliği mi, Hayme Ana mı, Çalköy mü, Ahmet Yakupoğlu evi mi (Allah rahmet eylesin Üstada), Sarıkızı mı, Evliya Çelebi evi mi, ılıcası mı kaplıcası mı, yoksa Murat dağı mı; düşünüp dururuz, sayılı üç beş güne hangi birini sığdırırız diye… Hani bu kadar anlattı isem; şehrin ne tarihi bu kadar, ne tabiat güzellikleri… Daha sosyal yaşamına; çinisine, porselenine, gümüşüne, boruna, gezeğine, pınarına, allısına pullusuna, oyasına, haşhaşlı pidesine, cimciğine, mantısına, yoğurduna, meyvesine, türküsüne, sanatçısına, dervişine, şairine, âlimine varamadık…

İşte böylesine güzel, capcanlı, bereket dolu bir şehir Kütahya. Son yıllarda sanayi şehri olma yolunda da çok yol kat eden, hızla gelişen bir şehir olduğunu çıplak gözle bile görebiliyorsunuz. Birden çok büyük şehrin yol kavşağında bulunması da, onun için büyük bir şans. Böylesi bir şehri ömürde bir kez dahi olsa gezin. Zaten bir kez giderseniz mutlaka bir daha, bir daha gezmek isteyeceksiniz. Bu bayram tatilinde ailece oradaydık. Dağında tepesinde, caddesinde sokağında, pınarında türbesinde dolaştık şehrin. Hatta, eski dostları ziyaret etmeyi onlarla eski günleri yad etmeyi, hâlâ dimdik ayakta olan (şükür) büyüklerimizin de ellerini öpmeyi, hayır dualarını almayı da ihmal etmedik.  Bayram tatilinde hava güzeldi. Ama bayram sonrası tüm ülkede olduğu gibi Kütahya da bulutlandı, serinledi. Ki aslında şehirde hava, Ağustos ayında ilginç olur; gündüz sıcaktan pişerken gece yorgan altında uyuyabilirsiniz. Yanılmıyorsam hemen bayram ertesi idi (15 Ağustos), öğle üzeri yağmur yazmaya başladı. Kaldığımız evin camından bakarken şunları mırıldandım:

“Yaz yağmurunu seviyorum. Sanki bize der ki her sıkıntının sonu ferahlıktır.”

(İtiraf ediyorum işte: Her zaman yaptığım gibi yağmuru gördüğüm o an mırıldanıverdiğimi face sayfama da not düştüm. Hatta yazarken, çoğu insanın face sayfama eserlerimin en can alıcı yerini hiç de farkında olamadan insanlara ifşa ettiğimi sanmaları aklıma gelince muzipçe bir gülümseme de yayıldı hani yüzüme…)

Camın arkasında yağan yağmurun serinliği henüz odamızdan gitmemişken ben, oturduğum yerde, bu cümleyi neden sarf ettim acep diye düşüncelere dalmıştım bile. Bayramdı, ailem yanımdaydı, sevdiğim Kütahya’yı gezmiştim; hatta Hayme Ana’yı, Mızık Çamını ziyaret etmiştim; dostlarla sohbet etmiştim. Ama neden ki yağmur, sıkıntı ve sonunda ferahlığı getirmişti aklıma…

Sonra yavaş yavaş içim içini dökmeye başladı bana… Her ne kadar Hayme Ana’yı, Sarıkız’ı (göz göz kaynak suyu), Domaniç ormanlarını gördüysem ve bu gördüklerimle sevincime sevinç kattıysam da burukluklar da yaşamıştım açıkçası. Bir kere, şehir yolları ne kadar iyi ise; dağ ve köy yollarına vurdukça yollar oldukça bozuk ve bakımsızdı. Hatta (önceki yıllar hiç fark etmemişim) Tunçbilek simsiyah duman içinde idi. Hayme Ana ve Mızık Çamı biraz itinalı görünse de her nedense hafiften öksüz bırakılmış gibi geldi bana… Hele Sarıkız büsbütün boynunu bükmüştü…

Domaniç ormanları içinde, bir orman-dağ köyünün ortasında göz göz pınarları olan ünlü Sarıkız… Nasıl hayal edersiniz böyle bir yeri? Ağustos ayı… Domaniç ormanı. Dağ… Köy… Ağaç… Yeşil… Güneş… Su… Pınar… Balıklar… Ördekler… İnsanın ruhunu dinlendiren su, ağaç, rüzgar ve kuş sesleri?.. Ormanın içinden, köyün içinden Sarıkız’a varana kadar ben de öyle hayal etmiştim. Hatta hepimiz öyle muhteşem bir tablo ummuşuz… Ama bulamadık. Bütün ağaçların araları, pınar sularının kenarları, tozlu köy yollarının neredeyse tam ortası, köyün pazarımsı meydanının hemen her yeri, muhtemel ki köy otobüsünün durak yerinin yolcu bekleme alanı; akla hayale gelsin gelmesin köyle, pınarın kaynaştığı her yer –sadece iki karış boşlukla- dip dibe ve silme insan dolu idi. Ve her insan kümesinin mangalları (evet, ağaç arası, pınar kenarı, durak üstü, pazar alanı demeden) son sürat yanarak Sarıkız’ın dumandan hem nefes alamaması hem de görünmemesi için çalışıyorlardı. Kazara yürüyen insanların etrafı çöplüğe, çekirdek ve meyve kabukları ile süslemeye gönüllü oluşları da cabası.

O manzarayı görünce ailece nereye gideceğimizi, nerede oturacağımızı şaşırdık. İşin ilginç yanı; bu canım su ve yeşilin buluştuğu Sarıkızımızın üstüne çöken insan kara-kalabalığının –abartısız-  yüzde seksenini köyle, toprakla uğraşan insanların oluşturduğunu anlamak için de müneccim olmaya gerek yok. Yani demem o ki hani bizim gibi şehirde yaşayıp da suya, yeşile susayan on on beş aile tabiatı böyle katletse, hadi, deriz ki ‘yazıktır ağaç, su, mesire yeri görmemiş; on bir ay da mangal beklemiş’. Onca hengame arasında yeşilden, su kaynağından ümidimizi kesip de çay bahçemsi yere doğru seyirttik. Aman galiba şansımız döndü. Biz oturacak masa için umutsuzca insan seline bakarken hemen yanımızdan bir ses ‘biz kalkıyoruz buyrun buraya’ dedi. (Ya da bana öyle geldi: ‘Gel dayı/ abla bura boş’ mu dedi ki acep…) Sevinerek gittik. Hem pınarbaşının yanındayız hem de kalabalıkta masa bul…duk…diyecek olduk. Yok, şimdi beş kişilik aile koro halinde ağlayacağız. Sarıkız pınar suyu poşetlerden, çöplerden görünmüyor; biraz ileride –suyun karşı cenahındaki turistik(!) dükkanlardan olması kuvvetle muhtemel- az evvel süpürülmüş çöpler de tazeden salınıyor suda… Gözümüzü uzaklardan yakınlara getiriyoruz. Zaten gözümüze de masaya yanlışlıkla kayan elimiz haber verdi yeni menzili. Aman Allah’ım! Masanın altı ve üstü savaş alanı. Altı çekirdek kabuğu dağı. (Dikkatinizden kaçmasın; burası bayağı çitlerle, parselle sabit bir çay bahçesi işletmesi) Masanın üstüne, bilinmez ki kaç ailenin katmeri; çay dökümü, dondurma sızması, mısır daneleri serpmesi, küllük çökertmesi ve aralarında dimdik duran hemen yenice içilmiş limonatanın uzun ve hareli bardakları. Donduk kaldık. Bir ara eşim; ben gideyim birini çağırayım dedi. Gittiği ile geldiği bir oldu. Döndü bize seslendi. (Şükür, demek bizi çağırmak istemiş…) ‘Ey kafile arkamıza bakmadan kaçıyoruz; arabamız için koordinatları veriyorum: Üç insan seli batı; beş mangal karası bulut kuzey.’  Hiç durur muyuz? Zannediyorum ki hayatımda ilk defa 400 metreyi bir dakikanın altında koştum.

Aa, evet şimdi klasik bir şekilde benden beklenen (bir yazar / yazıcı olarak) belediyelere, zabıtalara, muhtarlara, orman işletmelerine vs. vs. çatmak ve ‘devlet nerede, vatan elden gidiyor’ diye bağrış çığrış, sivri dilli ve de afilli bir yazı döşemek…ise. Hayır! Ben oldum olası ‘insana, insanlığa, insanımıza – ve eğer ki hakikaten bensem sebebi- insanlığıma’ kızar; ‘insan’a iğne batırır, ‘insan’ı eleştirir ve asıl problemin de çarenin de bizzat ‘insan’ ve yalnız ’insan’da olduğuna inanırım.

Elbette ki bir bayram günü, isteyen her aile arabasına atlayıp dağlara, kırlara, kır bahçesine gidebilir. Ama ben bu ailenin ‘insan’lardan oluştuğuna inanırım. Ve her insan, gittiği her yerde en iyi ne yapması gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini bilir. Bilmelidir.

Bir köyün ortasında; köyün toprak yolunun üzerinde; köyün otobüs durağının yolcu bekleme mahallinde, pazar yerinin içinde, arkasında köy ahalisinin evi önündeki (belli ki köy evinin özel mülkü bahçeye ait) ağaçların arasında ve hele bir başka (hele bir olsa, onlarca ailenin ortasında) aile ile burun buruna mangal yakıllmazz, piknik yapılmazz. Haydi diyelim ki başkalarına eziyet etmekten, onları yanınızda rahatsız etmekten büyük zevk alan bir ailesiniz. Sizin kendi ailenize verdiğiniz değer bu kadar mı? Bilmem hangi şehir ya da ilçeden Sarıkız’ı görmeye onca kilometre tepmişsiniz… Yeşilin üstünü karalayıp karanın üstünde, ter/ et kokuları arasında illaki piknik yapacaksınız.

Mantıklı ve sözüm ona yiğit(!) geçinen insanımızın çoğunda o kadar çok mantık hatası ve düşüncesizlik var ki… Ben sadece bir tane örnekleme yapayım. Buna benzer örnekleri çoğaltabilirsiniz.

Düşünün… Belli ki önermeyi ‘Ben keyfime bakarım, amann bana ne çevreden ve diğer insanlardan! Ben keyif alıyorum ya, batsın bu dünya’ diye kuranlardansınız.

Bence önermeyi şöyle kursanız: ‘Ben yemyeşil ormanın ve pırıl pırıl suyun içinde (ki öyle bir yer bulmalısınız) kendi ailemle evden getirdiğim mis gibi piknik nevalemi yiyorum. Aman keyif alıyoruz çocuklar bu manzaradan. Şu temizliği ve sessizliği bozmayalım. Bir daha, bir daha geliriz bu güzelliğe. İnsan, bu güzelliği korumalı. ’

Bakın, ikinci şekilde düşünen hem kendisini hem de içinde kendisinin de olduğu insanlığı, dünyayı düşünüyor… Böyle düşünen kendi hayatının mutlak hakimi.

Ve şu hayatta ‘içindeki devletle devlet buluyor.’

Bir örnek dedim de. Bir tane de anlattığım manzara dışından (yine de masanın altındaki çekirdek kabuklarından ilham almışımdır) bir örnek veresim geldi. Oldum olası yakın çevrem bana güler: Çekirdeği her Türk gibi ben de severim. Bazen yürürken de çitlenir ya. Ben mutlaka kabukları elimde biriktirir ve önüme çıkan ilk çöpe atarım onları. Ne kadar ödlekçe(!) değil mi? –Hatta, bazılarını duyuyorum ‘ezik insan ne olacak’ diye nara atıyor- Hayır! Hiç de değil vallahi. Ben kendi dünyamın ecesi; insan oğlu insanım. Ben, elimden geldiğince bana yakışanı yapıyorum. O kabuğu yere atarsam, birilerinin, zabıtanın, eşin dostun, devletin görmesi görmemesi umrumda bile değil. Rana görüyor ve kabuğu yere atmayı kendi nefsine yakıştırmıyor ya… Mesele bundan ibaret.

Çocuklarımıza, gençlerimize bunu öğretmeliyiz. Ben yurt dışına çıkmadım. Gidip gelenler anlatıyor ya da şimdi internet nimetinden her yeri yanı başımızdaki il kadar tanıyoruz. (Tanımıyor musunuz? Kesinlikle dostça bir tavsiye; ömrü heba etmeden güzel ülkemin güzel illerini, ilçelerini, köylerini adım adım gezin. Ama lütfen en büyük ‘insanî denetleyicinizin’ kendiniz; ‘ruhunuzun o nezih sesi’ olduğu gerçeğine kulağınızı, yüreğinizi tıkamadan… Ülkenizi gezin de, varsın, dünyayı gezmeyin.) Bazı ülkeler var; duyunca / seyredince hayretler içinde kalıyorum: Şehrin içinde gezen kanguru ya da sincap, uçan renkli papağan… O hayvanlar ‘insan’larla yaşıyor. (Bizde yaşar mıydı ki… Akıllılar(!) kesin bir şeyler düşünürdü.) Ya da başka bir diyar. Sıradan bir köy, kasaba evi, bin beşyüzlü yıllardan kalma… (Bizde kalır mıydı / kalıyor mu? Ben pek göremedim de…)

İşte belki o, ‘yağmur’dan sonraki asıl ‘sıkıntı’larımız bunlar… Bana son zamanlarda şöyle gelmeye başladı.  (Son zaman dediysem en az on yıl… Ki ben ‘insan’ olmaya, insanı anlamaya altı yaşından beri karınca kararınca uğraşanlardanım.)

Devlet ve devlet mekanizmaları;  buna pekâlâ partileri de ekleyebilirim. Deneye yanıla; araştıra sora; gecesini gündüzüne kata kata; alnını şakağına götürerek hatta bazen elini yüreğine götürerek gelişmeye, değişmeye, ileri gitmeye, hatasını, kusurunu tedaviye, olandan ders almaya, büyümeye, insanlığı geliştirmeye, insanlığa katkı sunmaya canhıraş bir şekilde çalışıyor. (Yetişemediği, göremediği, eksik kaldığı, bazen yanlış kaldığı yerler, durumlar var mıdır? Elbette vardır… ) Ama çaba görünür ve mutlak… Yiğidi öldür hakkını yeme.

Fakat maalesef ülkemizdeki insanların büyük bir çoğunluğu (Sadece Sarıkız’ı bir örneklem olarak alsam ki bence sağlam bir örneklem) ; en az yüzde sekseni ‘armut piş ağzıma düş’ misali mamur şehirler, muazzam tatil köyleri, gelişmiş ülkelerle boy ölçüşecek refah seviyesi vs, vs…istiyor, istiyor, istiyor… İstemek güzel de… Kendin ne vereceksin be insan? ‘İnsan’ olarak katkın ne olacak? Yani sadece devletten istemek ne insanı insan yapıyor; ne insanımızın ne de ülkemizin kalitesini, refahını artırabiliyor. Hiç akıllanmadan, fert fert terlemeden, çaba ve özen göstermeden ‘bekleyim, yapsınlar; ben sömürür, tüketir, kirletirim’ kafasıyla hiçbir zaman da olmaz.

İnsan, bir rüya istiyorsa o rüyayı hakikate taşımak için var gücü ile çalışmalıdır. Bu ülkeyi ileri düzeylere taşıyacak bu ülkenin her bir insanı… Devlet sadece ilerlemek, kaliteli olmak isteyen ‘insan’lara ‘alan’ı, ‘yol’u, ‘harita’yı sağlar. Alana çıkıp, hangi yoldan (usul, kaide, kural) gideceğini, -haritayı iyi okuyarak- haritadaki hedefinin ne olacağına karar vererek hayat disiplini ile hareket edecek ‘insandır, insanımızdır.’

Bir ‘insan’ olarak ‘nasıl bir dünya’ istiyorsanız; o dünyaya attığınız her adımla, aldığınız her nefes, yaptığınız her hareketle katkı vermek zo-run-da-sı-nız…

En donanımlı okul yapılsa, en donanımlı öğretmen gelse sen çalışamadan, sabahlamadan, araştırmadan olur mu? Olur! Eğri büğrü, yarım yetişir görünürsün. İlk çuvalladığın sınavda; okulu, devleti, suçlarsın.

En planlı şehir olsa, en mahir yöneticiler iş başına gelse; belde yöneticisi an be an şehrin tüm ören yerlerinde ensende mi dolaşacak, ‘çöpü Sarıkız’a değil şu köşedeki çöpe at’ diye… Ama Sarıkız çöp dağı olup da suyu kuruyunca suçlu kim? Devlet(!) Aa, tabi bu kolay cevabınıza herkes inansa ben inanmam artık. Çünkü ben de Sarıkız da oradaydık.

En iyi döşenmiş, en kral yerde çay bahçen olsa insana insanca hizmet götürmezsen / götürmekten kaçınırsan, insan olanlar (diğerlerini ben bilemem) üç beş günde kaçar. Altı ay sonra çay bahçen iflas eder. Suçlusu devlet mi şimdi? Ama burnuna kadar yolu, elektriği, turistik(!) dükkanları getirmiş…

İşte böyle… Bir dokunun bin ah işitin benden. İşte o yüzden yaz yağmuru, varsın yağsın Sarıkız. Yaz yağmuru yağsın Sarıkız, yağsın. Belki senin de başındaki kara gider, göz göz olur pınarların yeniden. Yine de sen de ben de unutmayalım: Bu yağmurlar da geçer. Her sıkıntının sonu feraha çıkar, nasılsa. Değil mi ki bu vatanda nice nice ‘insan’lar var…

Bu güzel vatanın güzel insanlarına selam ve duam ile. Üstümde kalmasın; Mızık Çamının hemen yanındaki ‘Hayma Ana’nın da selamı ve duası var, tüm evlatlarına… Diyor ki ‘silkinin gayrı’…

( Hayme Ana, Mızık Çamı ve Sarıkız usul usul fısıldadılar kulağıma: )

“Yaz yağmurunu seviyoruz. Sanki bize der ki her sıkıntının sonu ferahlıktır.”

Rânâ İSLÂM DEĞİRMENCİ

Eğitimci / Şair- Yazar