Takvimler; 21 Mart 1960 Pazartesi’yi gösteriyordu o gün. O gün yürüdük mü, koştuk mu, yoksa kanat takıp uçtuk mu; orasını hatırlamıyorum. Bir nefeste dayandık İpek Palas Oteli’nin kapısına. Dayandık dayanmasına da, içeri girmek ne mümkün. Bir yanda mahşeri bir kalabalık, bir yanda ancak 1970’lerde görmeye alışacağımız polis kordonu ve beri yanda henüz bıyıkları terlememiş 2 lise birinci sınıf öğrencisi. Dakikalarca bizi içeri sokabilecek; Üstad’ımızın yüzünü görmemize ve mümkünse ellerinden öpmemize yardım edebilecek tanıdık bir çehre aradık umutla. Eyup Karakeçili’yi, Hasırcı Abiyi, Abdülkadir Badıllı’yı, Abdullah Halfe’y ve isimleri dilimin ucuna gelen diğer abileri bekledik. Bizi görür ve içeri alırlar umuduyla, otelin önünde saatlerce bir o yana bir bu yanagidip geldik boş yere. Onları göremediğimiz gibi, görsek bile o kalabalığın içinden çekip çıkarmalarının mümkün olamıyacağını kabul etmek zorunda kaldık. Saliseler, saniyeler, dakikalar, saatler su gibi akıp gitti avuçlarımızın arasından. Mart günü dediğin kaç saat ki, göz açıp kapatıncaya kadar tükendi gitti. Öğlen-ikindi derken akşamın karanlığı çökmeye başladı ağır ağır. Ramazan ayının sonlarına doğruydu. Kadir Gecesi’ne bik-iki gün vardı. Oruçluyduk; ailemizle birlikte iftar sofrasına oturmak gibi vazgeçemiyeceğimiz bir geleneğimiz vardı. Üstelik iftardan yarım saat kadar önce en az yedi komşuya yedi sahan yemek dağıtmak görevi bana verilmişti. Yapmazsam ya da ayapamazsam bu görevimi; sonra dedemin ve babamın arkasına takılıp teravih namazına gitmezsem; bizim evde kıyamet kopardı. Bir ihtimal diyerek, içeri girebilirmiyiz umuduyla iftara yarım saat kalaya kadar bekledik durduk. Evimiz yakındı. Hem zaten Urfa dediğin bir küçük şehir; kuzeyden güneye, doğudan batıya adımlamaya kalksak, en fazla bir saatimizi alırdı. Çaresiz, buruk bir sevinçle evimizin yolunu tuttuk. Teravih’i Yusuf Paşa Cami’inde kıldım o gece. Diğer camilerden salavatlar yükselirken, soluğu İpek Palas Oteli’nin önünde aldım bir başıma. Kalabalık azalacağına daha da artmıştı. Tanıyanı-tanımayanı; bileni-bilmeyeni, göreni-görmeyeni ve üstadın ismini duyanı ve duymayanı ilebütün Urfa oradaydı. İpek Palas’ın önünden Asfalt Yol girişine kadar iğne atsanız yere düşmezdi. Sivil ve üniformalı polisler, bekçiler.. Belediye Zabıta memurları, jandarmalar, yaşlılar, gençler ve çocuklar... Faytoncular, el arabalı seyyar satıcılar, sırt ve merkepli hamallar, çaycılar, tulumba ve Şam tatlıcılar... Bir ara gelip giden mülki erkan. Urfa Valisi Şerafettin Atak... Belediye Reisi Cemil Hacıkamiloğlu.. Demokrat Parti İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu.. Ve daha kimler kimler... Her kafadan ayrı bir ses; her dilde farklı bir rivayet. Kimileri Üstad’ın bu gece derdest edilip -her ne demekse- geldiği yere götürüleceğini fısıldıyordu kulaklara. Kimileri buna izin vermeyeceklerini dillendiriyor; kimileri daha da ileri gidip$ “-Misafir Allah’ın emanetidir, canımızı almadan misafirimizi alamazlar” cinsinden cümlelerle kahramanlık gösterilerinde bulunuyorlardı. Anlatılanlara ve söylenenlere bakarsanız; bizden gayrı hemen herkes; hani neredeyse bütün şehir Üstad’ı görmüş, elini öpmüş, hayır duasını almış ve hatta hatta çayını içmişti. Kimi Üstad’ın yerde bir seccade üzerinde, kimileri yatağında bağdaş kurup oturduğunu söylüyor; kimi de Bediüzzaman’ın misafirlerine birer bardak çay ikram ettiğini anlatıyor; en fazla üç bardak su alabilen küçücük çaydanlıktan odaya doluşan on kişiye çay veridiği halde çaydanlığın boşalmadığından söz ediyordu. “Büyük zatmış” diyenler, “evliyadan” olduğuna inananlar saatler ilerledikçe artıyor, artıyor, artıyordu. O gece, merhum Eyup Karakeçili ağabeyimizin yardımıyla, sahura doğru İpek Palas’ın kapısından içeri girebildik ancak. Ertesi gün, ertesi akşam ve yine ertesi günün sabah namazı sonrası, şansımı tekrar tekrar denedim. Üstad’ın misafir edildiği 27 numaralı odanın kapısına kadar gitmeyi başardım sonunda. Son teşebbüsümde, belki de içeri girebileceği bir anda, hayatın acı gerçeği kamçı gibi indi suratıma. Üstad dünyasını değiştirmişti.

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi