Bir Dostluk ve Huzur Köşesi
Songül Özer
Sokağın başında, dar ve ıslak bir yokuş… Yağmurun toprağa sinmiş kokusu havada asılı duruyor. Yokuşu ağır ağır tırmanırken başını kaldırıyorsun ve o an karşına çıkan manzara tüm telaşını geride bırakıyor: Küçücük, mütevazı, şirin bir müstakil ev.
Dışarıdaki hayatın gürültüsü bu evin eşiğinde susuyor sanki.
Bahçede mevsim çiçekleri renk renk açmış. Aralarında sakin sakin dolaşan birkaç tavuk ve onların peşinden koşturan minik civcivler… Her biri bu sade huzur tablosunun doğal birer parçası, içimizi yumuşatan küçük bir melodi gibi.
Ve bütün bu güzelliğin tek bir eksiği var: Sen.
Pencerenin buğusuna, toprağın ıslaklığına, sobanın sıcaklığına rağmen eksik kalan tek şey, yüreğinin en kıymetli yerinde taşıdığın dostun.
“Gel, bir kahve içelim” dediğinde tüm bahaneleri unutturan, varlığıyla insana huzur veren o gerçek dost… Gösterişli bir mekâna, pahalı bir manzaraya gerek yoktur. Yeter ki o yanımızda olsun.
Sonra içeri girme vakti gelir. Dışarıdaki serinliği bir anda unutturan odun sobasının çıtırtısı karşılar seni. O çıtırtı ritim tutarken közün üzerinde pişen kahve mis gibi kokusuyla odayı doldurur. Dostunun elinden içtiğin bir fincan kahve, dünyanın en lüks mekânlarında içilenlerden çok daha kıymetlidir.
O an zaman durur. Yokuşun yorgunluğu, yağmurun serinliği, hayatın telaşı kaybolur. Geriye sadece sobanın sıcacık sesi, kahvenin kokusu ve seni anlayan bir dostun varlığı kalır.
Ve düşünürsün:
En büyük zenginlik aslında tam da bu değil midir?