Yaradılışın gayesi oluşundan olsa gerek, insan aşkın peşinde olmuş hep. Aşkı anlamaya, tanımlamaya çalışmış. Herkes kendince anlamış, tanımlamış ve yaşamış. En çok susamaya benzetilmiş aşka duyulan özlem. Kimi Leyla’ya, kimi Aslı’ya, kimi de Mevlana’nın Şems’e duyduğu gibi onu tamamlıyacak olana yönelmiş. Çocukluğumdan beri hayal dünyamı süsleyen bu aşk ve aşıklar konusunda gönlümün başköşesinde hep Yunus oldu nedense. Onun deyişlerini okurken tanımsız bir vecde kapıldım hep, yerimde duramadım...

Taştın yine deli gönül

Sular gibi çağlarmısın

Aktın yine kanlı yaşım

Yollarımı bağlarmısın

Doyumsuz mısralarını yaşadım gönlümde tam olarak. Gönülden dökülen mısralar gönüllere ulaştı muhakkak. O sadece Mevla’sı için yanmış, diyar diyar dolaşmış. Ne sufilerin arzusu sohbeti, ne ahilerin beklentisi

ahireti, ne Mecnunların Leylasını, ne cennetin köşklerini, hurilerini istemem, yalnız seni isterim, “Mevla’m bana seni gerek seni!” demiş...

Deyişlerinde Mevla’sının ayetlerini açıklamış. Mevla’sının ilk emri oku üzere,

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Ya nice okumaktır?

Okumaktan murat ne

Kişi Hakk’kı bilmektir

Çün okudun bilmezsen

Ha bir kuru emektir

Dört kitabın manisi

Bellidir bir elifte

Sen elifi bilmezsen

Bu nice okumaktır?

Diyerek, ilmin ne olduğundan, okumanın manasından söz etmiş. Sen elif dersin hoca, manası ne demektir diyerek anlamanın önemine dikkat çekmiş. 2011 yılından itibaren düzenli ve sesli olarak meal okuma alışkanlığım sayesinde tadını aldığım, çok etkilendiğim Kur’an-ı Kerim’in o eşsiz üslubundan bir nebze sinmiş olmasıydı belki de bizi bunca

etkilemesinin bir sebebi de.

O doyumsuz üslubuyla, allama pullama ihtiyacı

duymadan, herkesin anlayabileceği yalın bir anlatımla söylemiş üstelik her biri ayet tefsiri, ayrı bir ders niteliğindeki deyişlerini. Yaşadığı dönemde pek çok alimin düştüğü Arapça, Farsça hayranlığı tuzağına karşı illa Türkçe söylemesiydi belli ki onu bunca farklı, gönüllerde kalıcı kılan. Ondan sonraki pek çok deyiş, şiir unutulmuş gitmişken yüzyıllardır bıkmadan usanmadan okunup, sevilmesi, bunca seveninin gönüllerinde yaşatan yüce Mevla’sının onun özelliğini gösterme gayeli lütfu olmalı.

Türklüğün adı sanı yok olmasın gayesiyle her yüzyılda gelen mukaddes görevli Türkler zincirinin bir halkası olarak; dilimizi, dinimizi sağlamlaştırma, sevdirme görevini hakkınca yerine getirmiş olması

muhakkak en önemli sebep. Onun şiirlerini gönülde duyarak okumak başlı başına hakikate ulaşmaya yeter demişti görüşmemizde aynen benim gibi çok küçük yaşından itibaren Yunus’umuzun hayranlarından olduğunu, hatta ilk gençlik yıllarında sadece onun divanını okuduğunu belirten Sabri Tandoğan Hocamız. Her mısrası erip eriştiği sırları, izinden yürüyen pek çok halk ozanı, aşık gibi dayanamayıp ayan beyan söylüyor bizlere cidden. Onu daha iyi anlamak, yeni nesillerimize ve tüm dünyaya daha iyi anlatmak boynumuzun borcu. Onu tanıyan tüm insanlar çok sevecek, örnek alacak ve onun yolu hepimizin kurtuluşu olacak inşallah.

Okuduğumuz bir hikaye, romanda, izlediğimiz bir filmde, ya da çevremizde görüp hayran olduğumuz bir kahramanda kendimizi hayal ederiz ya hani çocukken; bir yerde okumuştum yakın zamanda, geleceğimiz çocukluğumuzda hayal edebildiğimiz kadar ve o yolda olurmuş meğer. Küçükken okuduğum Yunus’umuzun hikayesi, izlediğim Leyla ile Mecnun ve Kadın Evliya Rabia filmleri benim çocukluk hayal dünyamın cevherleriydi. Sanki tıpkı Yunus gibi kırk yıl çile çekmem, sabırla beklemem, illa bir Yunus, Leyla, Rabia olmam gerekiyordu. Bu büyük rollerin ne büyük bedelleri olabileceği hiç aklıma gelmemişti ama!

Gün gelip çocuk gönlüm ve gözümden sadece okumuşken, adeta görmüş, kendim yaşamış gibi hissettiğim, ömrümce unutamadığım Yunus’umuzun hikayesini, gönlümden geldiğince aktaracağım aklıma gelir miydi! İnşallah aynen benim gibi, binlerce, milyonlarca çocuğun bir kıvılcımla gönlünde aşk ateşinin tutuşmasına vesile olur. Rab’bim bizi de vesile kılar inşallah.

Henüz sekiz yaşımda iken, okuma yazma öğrenip okuma aşkına tutulduğum ancak evimizde ablam ve ağabeylerimin ders kitapları ile takvim yaprakları dışında okuyacak bir şey olmadığı zamanlarda, ablamın edebiyat kitabında rastlamıştım onun o ömrümce unutmadığım doyumsuz hikayesine. Derviş Yunus! Adı bile titretmeye yetmişti küçücük yüreğimi.

Bir solukta okumuştum o meşhur, Hacı Bektaşi Veli’den buğday istemeye gidip, buğday yerine nefes verme teklifini önce reddedip sonra pişman olup döndüğü ancak; benden geçti artık, kilidini Tapduk’a verdik yönlendirmesiyle Manisa- Kula’ya, Tapduk Emre Dergahına giderek, kırk yıl hiç birinde en küçük eğrilik olmayan odunlar kesip taşıyarak hizmet ettiği; dergâhtan çıkıp yollara düştüğü, yolda rastladığı başka dervişlerin acıktıklarında dua edip sofralar açmalarıyla, sıra kendine geldiğinde kendisinin erdiğinden haberi olmadığı için, Rab’bim beni bu dervişlerin arasında mahcup etme, onlar kimin adına dua ettilerse ben de onun adına ediyorum diyerek dua edip, diğerlerinden üç misli büyük sofra açıldığında da şaşkın dervişlerden onların kendi adını kullanarak dua ettiklerini öğrenip koşarak dergâhına geri döndüğü; artık gözleri görmeyen Tapduk Emre’nin eşi hanım anneye durumu anlattığında, sen kapının eşiğine uzan, dışarı çıkarken ayağı takılıp bu kim diye sorduğunda ben Yunus derim, kim Yunus derse kalk git, seni gönlünden silmiştir, yok Bizim Yunus ‘mu derse kalk ellerine sarıl dediği ve bizim Yunus’mu sorusuyla da kalkıp ellerine sarıldığı o unutulmaz, eşsiz hikayesi!

O hikâyenin her satırını ilk okuyuşta ezberlemiş, her sahnesini hayalimde görmüş, hatta bizzat içinde yaşamıştım adeta. O yıllarda neden kızların da camide namaz kılmadığına, askerlik yapmadığına çok hayıflandığım gibi, içimi sızlatan, kızlar da derviş olabilir mi acaba sorusu geçmişti aklımdan. O hikâyeyi ömrümce unutamamıştım ve ona Yunus demeye hiç gönlüm el vermemişti. O bizimYunus’umuzdu!

İlginç bir tevafukla onun hikâyesini okuyup etkilendiğim sekiz yaşımdan tam kırk yıl sonra, kırk sekiz yaşımda nasip oldu maneviyata yönelişle kendimi bulma asıl derdine ulaşmam, dervişliğe soyunmam. Kırk yıllık yorucu, badire dolu bir hayat sonunda nihayet. On yıldır da çabalıyoruz, ermişliği de nasip olur inşallah.

Emeklilik sonrası doğduğum topraklara döndüğüm yıl nasip oldu ilk o dilediği gibi Tapduğun kapısında yattığı türbeyi ziyaret edebilmek, uzandığı eşiğe yüz sürebilmek. O tarihten itibaren de en sık gittiğim, hiç ayrılmak istemediğim uhrevi mekanların başında oldu hep. Tapduk Emre türbesinde, Pir Hoca Ahmed Yesevi yolundan olan Anadolu erenlerinin türbelerinde hep duyduğum o çıldırtan uhrevi koku, kubbesinde uçuşan kırlangıçlar ve uzaklardan duyulan kumru sesleriyle ibadete, tefekküre doyamam hiç.

Tapduğun kapısında yatan Yunus’umuzun kabrinde biten sarıçiçeklerle söyleşip oradan ilahi bir güçle hiç bozulmadan korunduğu çok aşikar olan Emre köyü içinde hala cami olarak kullanılan dergaha yürürüm. O eşsiz gül bahçesinde kimlerin dolaştığı hissiyle ürpererek gezinmek, uzandığı eşiğe yüzsürüp dergahın duvarlarında ve kubbesindeki çok farklı bir stilde olan figürleri, işlemeleri seyir bambaşka zaman dilimlerinde hissettirir.

Aynen Hacı Bektaşi Veli Dergahındaki aslanlı çeşme, müritlerinden Sarı Saltuk Dedemizin türbesi bulunan Bosna Hersek Blagay’daki Alperenler-Sarı Saltuk Tekkesindeki kayalıklardan çıkan kaynağı bilinemeyen su ve Manisa’mızdaki Ulu Caminin önünde de sekiz yüz yıldır akan çeşmedeki su ile aynı tatta bir su akar avludaki çeşmesinden. Bu suların hepsi şifa olduğu gibi içildiğinde manevi bir serhoşluk hasıl olur insanda. Başka alemlerde hisseder, hiç bilmediğiniz ilahi bir neş’e ile coşturan çok güzel haller yaşarsınız.

Rab’bimiz izinden yürüyebilmeyi, asıl mezarının nerede olduğu takıntısıyla oyalanmak yerine onu, mukaddes görevini hakkınca anlayabilmeyi, gereğini yerine getirebilmeyi, Yunus gönüllülerden

olabilmeyi, izinde hizmetkar olabilmeyi nasip eylesin.

Yüz yıllardır bıkmadan, usanmadan okunmaya, sevilmeye devam edilen, gönüller yapan, gönüller fetheden, yolumuzu gösteren Yunus’umuzun sırrı da illa aşk!..

Adevviye Şeyda Karaslan/ İlla Aşk