DENGBEJ

Akşam saatlerinde ilk kez karşılaştığım Hesé Meçé ile ilgili okumalar yaparken daha önce de paylaştığım dengbej yazısını hatırladım, bir kez daha paylaşayım..

Abone Ol

Akşam saatlerinde ilk kez karşılaştığım Hesé Meçé ile ilgili okumalar yaparken daha önce de paylaştığım dengbej yazısını hatırladım, bir kez daha paylaşayım dedim...

DENGBEJ

- Anladım ki Allah Kürtlere Kürtçe dilini sırf ağıt yaksınlar ve şarkı söylesinler diye vermişti-

Çocuktuk. Ellerimiz, ayaklarımız, gözlerimiz küçücük, yüreğimiz kocamandı.

O zamanlar masal anlatıcıları ve dengbejler gelirdi evimize. Kısa bir hoşbeş, hal hatır faslından sonra cemaatten birinin, “De beje” (de söyle, anlat, başla) demesiyle, kısa birkaç öksürükle boğazlarını temizledikten sonra söze, “Ey cemaat” diyerek başlayan dengbejlerin, hiç okuma yazmaları olmadan, onca hikâye ve masalı hafızalarında nasıl canlı tutabildiklerine, onca uzun uzun anlatmalarına rağmen, bütün anlatılarının baştan sona şiirsel olmasına şaşırır, içten içe hayranlık duyardım kendilerine.

Çıplak sesle dile getirdikleri onca kahramanlık, onca aşk, onca acı ve hüzün içeren anlatılarının gerçek olup olmadıklarıyla ilgilenmez, her biri gerçekten yaşanmış gibi derin kederlere boğulurdum.

Kürt dilinin en çok dengbejlere yakıştığını ve dengbejler sayesinde yaşadığını düşünür, soğuk ve uzun kış gecelerinde anlatılarıyla içimizi ısıtan dengbejlerin neredeyse tamamının yoksul olmalarına, yaşamlarını köy köy dolaşarak söyledikleri kılamlar sayesinde sürdürmelerine üzülürdüm.

Sesi bunca güzel ve sesinden başka sermayesi olmayan, sevdayı, kederi, acıyı ve mutluluğu bir dilde bunca güzel dile getiren dengbejlerin, bütün ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğini ve dünyanın bütün güzelliklerini herkesten çok onların hak ettiğini düşünürdüm.

Sese biçim veren ve bir dili en güzel şekilde yaşatan dengbejlerin, bir halkın çektiği acılara, yaşadığı sevdalara, boğulduğu kederlere ve uğratıldığı belalara tanık olmuşlarcasına dinleyicileri olayın içine çekmeleri inanılmaz gelirdi bana. Anlatılarıyla hem hüznüm hem sevincim olurlardı.

Özellikle kadınların, hiç tanımadıkları kahramanların başından geçen olaylara içten içe ağlayıp, gözyaşlarını beyaz kıtanlarının (tülbent) ucuyla gizlice silmesi dikkatimden kaçmazdı. Acılardan sevinçler devşirmek diyordum buna, hüznün güzelliği bu olsa, merhamet bu olsa, yaşama sevinci dedikleri bu olsa gerek diyordum…

Hiçbir zaman aşktan bahsedemeyecek bu Kürt kadınlarının, kavuşamayan aşıklar için bunca gözyaşı dökmelerini, yakınlarını kaybetmişler gibi bunca üzülmelerini yadırgardım.

Kendimce, belki de gerçekte hiç olmamış, hiç yaşanmamış ve yıllardır dilden dile dengbejler sayesinde aktarılan sıtranların, Kürt kadınlarını bunca derinden etkilemesini anlamaya çalışır, kılamların içinden çıkarak o gizli, gizemli kimselerin bilmediği dünyalarına yolculuklar yapardım.

Onları bunca kederlendirenin, bunca gözyaşına boğanın, dengbejlerin anlatılarındaki kahramanların yüzüne kaderin bir türlü gülmeyişi miydi, yoksa yaşadıkları coğrafyanın herkesi mahzunlaştıran çaresizliği mi, bilemezdim.

Edule için mi üzülürlerdi, Derweş için mi?

Bınevş’e mi ağlarlardı, Cembeli’ye mi?

Kahroldukları Siyabend’in yoksulluğu muydu, yoksa Xece’nin kadersizliği mi?

Sevenler kavuşsun, kahramanlar ölmesin, alanlarda toplanmış, gözleri yollarda, dağların, tepelerin ardından Derweş’in, savaş alanında çatlayacak duruma gelmiş Hedban’ın üzerinde sağ salim çıkarak gelmesini bekleyenlerin yüzüne hüzün çökmesin diye içten içe dua derdim. Her ölenle ölür, her kavuşanla sevinir, her ayrılık yaşayanla derin kederlere boğulurdum...

Saatler sabaha devrilirken uzaktan gelen köpek ulumalarının sokaktan değil de uzak diyarların birinden, bazen Cembelî’nin, bazen Siyabend’in, bazen Derwêş’in içine düştükleri yangından kurtulup, sağ-salim gelişini haber verdiğini hayal ederdim.

Gittikçe şiddetini arttıran rüzgâr, sobadan ani dumanlar çıkartır, pencereleri sarsar, köpek ulumalarını alır götürürdü...

Dengbejlerin sesine kulak verip, uzak zamanların birinde hiç tanımadıkları insanların derdiyle hemhal olanların, yüreklerinde herkese yetecek kadar merhamet taşıdıklarını ve kimseye bir kötülüklerinin olmayacağını düşünürdüm.

Şehre yeni taşındığımız yıllarda ve özellikle uzun kış gecelerinde dengbejlerin geldiğini duyan komşular, kadın erkek demeden yatsı namazından hemen sonra evimize doluşur, sabah namazına kadar büyük bir sessizlik ve gözyaşları içinde dengbejlerin anlatılarını dinlerlerdi.

Sabah ezanının okunmasıyla birlikte, bitmemişse bile anlatılarına son veren dengbejler, sözü başladıkları gibi, “Ey cemaat” diyerek bitirir, dinleyenleri büyük bir merak ve keder içeresinde bırakırlardı.

Erkekler sabah namazını kılmak için kalır, kadınlar gözleri ıslak, yürekleri buruk, düşleri paramparça bir şekilde sessizce evlerine dağılırdı.

Bense, kadınlar evlerine dağıldıktan, namaz kılındıktan ve erkekler gittikten sonra yatağıma sırtüstü uzanır, yorganı üzerime çeker, gözlerim tavanda, bütün anlatılanları yeni baştan hafızamda canlandırır, hikâyeleri, kendimce mutlu olabileceğim şekilde sonlandırırdım. Hem de bütün anlatılanları simsiyah tavanda bir film şeridi gibi oynatarak...

Dengbejlerin, hikâyelerini anlattığı o olağanüstü kahramanların yaşadığı eski zamanların birinde bir yaşamak hayal ederdim. Çıktığım düşsel yolculuklarda yoluma çıkan her engeli aşar, Hakkari’nin eşsiz güzellikteki ovalarında, aşılmaz yüce dağlarında tek avuntusu elindeki mendil olan çoban kılığındaki Cembelî’ye rastlar, Şengal Dağı’ında karşılaştığım Derweş’le savaş alanına gider, Süphan Dağı’nda Xece’yi ağlatan bir geyiğin peşinden ölüme doğru giden Siyabend’i durdurmaya çalışırdım…

“Ey cemaat,” sözleriyle anlatılarını sonlandıran dengbejlere, yarım bıraktıkları hikâyelerin sonunu çokça merak etmeme, heyecandan neredeyse öleyazmama rağmen, “Eee, sonra ne oldu peki?” diye soramazdım. Ya anlatının büyüsüne kapıldığımdan ya da, ya kötü bir şey olduysa endişesiyle sormaktan çekinirdim aklıma üşüşen soruları. Nasılsa er ya da geç bir başka zaman gecenin bir vaktinde yine evimize konuk olacak ve anlatılarına kaldıkları yerden devam edeceklerdi diye avuturdum kendimi.

Gün aydınlanır, soba tutuşturulur, çay demlenir, sofraya üç-beş öteberi konur, hep birlikte kahvaltı edilirdi.

Kahvaltıda, gecenin bir vaktinden sonra başlayıp, sabah ezanına kadar süren anlatılara dair tek kelime edilmezdi. Hani nerdeyse gece hiç yaşanmamış, ilk kez kahvaltı sofrasında bir araya gelinmiş gibi olunurdu.

Oysa ben geceden kalanlara dair bazı ipuçlarının verileceğini düşünürdüm hep. Ama öyle olmazdı. Daha çok hayatın rutinlerinden konuşulur, bundan sonra gidilecek yerlerde tanıdık eşe, dosta, selam söylenmesi gibi konularda sohbet edilirdi.

Sonra okul hazırlığı başlardı, ki o zamanlar ilkokul üçüncü ya da dördüncü sınıfa gidiyordum.

Dengbejlerin anlatılarında geçen kahramanların hayat hikayelerini anlatan kitapları, benzer kitapların satıldığı kitapçılarda bulamazdım.

"Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin varken Mem ile Zin, Derweş ile Adule, Siyabend ile Xece nasıl olmaz?” dediğimde tuhaf tuhaf bakarlardı yüzüme.

Aradığım kitapları bulamazdım ama yine dengbej anlatılarında geçen diğer irili ufaklı aşkları anlatan birçok kitabı bulur okurdum dengbej anlatılarında anlatılan kahramanların ayak izlerine rastların diye...

Ama hiçbir kitap dengbejlerin çıplak sesle dile getirdikleri sıtranlar kadar etkilemezdi beni. Hiçbir kitap dengbejlerin anlatısı kadar yüreğimde derin izler bırakmaz, bir dünyadan alıp başka dünyalara götürmezdi…

Hiçbir acı bir başka dilde bunca güzel tarif edilemezdi. Hiçbir dilde yakılan ağıtlar bunca yüreğini dağlamazdı insanın. Bunca acının bir başka dilde tarifi mümkün değilmiş gibi gelirdi bana.

Kürtçenin bir ağıt dili olduğunu ve onu da en güzel yakanların dengbejler ve kadınlar olduğunu anlayacak yaşa geldiğimde ne anlatılarıyla bizi geçmiş zaman güzelliklerine götüren dengbejler, ne ağıtlarıyla içimizi dağlayan kadınlar kalmıştı...