Mir Kamil KAŞGARLI yazdı;
GEREKTİĞİNDE ÇİN’E DE “HAYIR” DİYEBİLEN BİR TÜRKİYE İSTİYORUM
Dünyanın neresinde olsa olsun mazlumlara kol kanat geren, zalimin karşısında, zulme ve haksızlığa “Hayır” diyebilen Türkiye’nin, Türk ve İslam dünyasındaki onurlu duruşu ümmetçe ve dünya liderlerince saygı ve hayranlıkla karşılandığı herkese malumdur.
Geçen hafta Malezya'nın (iki yıl sonraki) başbakanı olması kesinleşen lideri Enver İbrahim "Türkiye İslam dünyasının vicdanının sesidir" açıklamasıyla Türkiye’nin ümmetin nezdindeki konumunun tercümanı olmuştur.
Bence bu ABD, AB, Rusya, İsrail ve Çin'i birbirinden farklı görmeden, onların açık ve sinsi bir şekilde Ortadoğu’da fragmanını gerçekleştirerek, asıl hedef olarak Orta Asya’yı (Büyük Türkistan coğrafyasını) yeniden dizayn etme girişimlerine kayıtsız kalmayan, tek başına olmasına rağmen, hepsine aynı oranda “Hayır” diyebilen Türkiye’nin kendi yolunu kendisi çizerek, “Bensiz Olmaz!” çıkışıyla İslam dünyasındaki lider duruşu ve yaktığı cesaret meşalesinin nurlu yansımasıydı.
Çünkü “Hayır” diyebilmek, devletin onurunu, milletinin saygınlığını ve milli menfaatini korumakla beraber bağımsız dik duruşunu gösterebilmektir.
“Hayır” tarihten beri güçlülerin duymaktan hiç hoşlanmadığı ve pek alışkın olmadığı ama acizlerin ve teslimiyetçilerin ise adeta geleneği ve günlük gıdası ola gelmiştir. Dolaysıyla 2 esirden beri “EVET EFENDİM” çiliğine alıştırılmış İslam dünyasında, büyük güçlerin önem verdiği meselelerde “Hayır” diyebilen devlet ve devlet ademlerinin başlarına çok şeyler gelmiştir ve fazla uzun ayakta kalamamışlardır. Çünkü “hayır” diyebilmek, cesaret ve karakter ister, her kesin harcı değil elbet.
Hatırlarsınız, diş ilişki ve diplomasi lügatinden ‘Hayır’ çoktan silinmiş, onurlu duruşun değil, menfaat görünümlü serapların peşinde, gavur güçlülerden ağabey edinme yarışına tutunmuş, el pençe “EVET EFENDİM” çiliğini adeta farz-ayın edinmiş veyahut bir gavur ağabey küserse, öbürüne göz kırpmayı ve blöf yapmayı siyasi feraset sayar hale gelmiş İslam ve Türk dünyasından sıyrılarak, ümmetin vicdanın gür sesi hiç beklenmedik anda Davos’ta “ONE MİNUTE!” ile yankılanmış ve “Hayır” diyebilmenin onurunu yaşartmıştı.
Bu ses aynı yılı Urumçi katliamına yönelik “ÇİN ADETA SÖYKİRİM YAPIYOR, MESELEYİ BM GÜVENLİK KONSEYİNE TAŞIYACAĞIZ” açıklamasıyla da yankılanmış ve hemen ertesi Çin’deki Uygur katliamının durmasına vesile olmakla beraber, sahipsiz bütün dünya mazlumlarının sönmüş ümitlerini yeşertmişti. ‘Hayır’ diyebilmenin bazen ilişkileri zorlaştırıcı menfi yönü olsa da içinde bir dinamik güç barındırdığından, güçlüye de “EVET” dedirtebileceğini ve mazlumlara kalkan elleri anında durdurabileceğini dünyaya göstermişti.
Bu esirlerdir ümmetin duymaya çok ama çok hasret kaldığı sestii. Kendi prangalarını daha yeni kırmış Türkiye’nin ‘Hayır’ diyebilen Türkiye’ye dönmesi ve “EVET EFENDİM” çiliğinin sarsılmaz sayılan dağlarını yerle bir etmesinin sesiydi. Emperyalist dünya güçleri tarafından başları kesilmiş, başsız gövdesine “EVET” çi başlar takılmış İslam ve Türk dünyasına kendi öz iradesi ile ‘Hayır’ diyebilmenin neleri değiştirmeye kadir olduğunu göstermişti.
BM kürsüsünde “Dünya beşten büyüktür (Çin de bu beşin içinde elbette)” adasıyla yankılanan bu ses, “Avrasya” dediğimiz büyük Türkistan coğrafyasında uzun vadeli 3. dünya sömürge planlarını sinsice devreye sokmakta olan başta Çin olmak üzere, ABD ve Rusya’dan ibaret 3 ana aktörü çok rahatsız etmiş, Türkiye’yi Orta Asya’da önlenemez kültürel güç (Soft Power), Osmanlının yeniden dirilişi olarak tanımlamasına ve dolaysıyla kendi iç ve bölgesel sorunlarından başını kaldıramaz hale sokmak üzere, hizaya getirmeye çalışmasına sevk etmiştir. Bu kirli amaçları için kimi açık şekilde Türkiye’nin devlet bütünlüğü ve sinir güvenliğine tehdit uluşturmaya başlamışsa, bilhassa Çin binlerce senelik tabiatı gereği, ağaç kurdu veya yaradan kan emici böcek siyaseti yürüterek, “Tatlı söz (boş vaat) ve yumuşak ipeklerine (rüşvet ve komisyona) ” dayalı geleneksel sinsiliğini devreye sokmuştur.
Komünist Çin bir yandan Türkiye'deki 40 senelik ideolojik beslemeleri olan Maocu, sözde ‘Atatürkçü’ görünümlü komünist, solcuları harekete geçirip, sadece bunun için ayırdığı milyarlarca dolarlık bütçesiyle lobi faaliyetlerine hız vererek, kendi imajını makyajlamaya yönelmiş, diğer yandan Türkiye’nin Çin hususunda Doğu Türkistan merkezli bir siyaset geliştirilmesini engellemek için (Pekinde kendi öz kızını Çin Uluslararası Radyosunun hizmetine bağışlayacak kadar fedakâr) Doğu Perinçek ve onun müritlerinden ulaşan Mao fedailerini Türkiye’nin FETÖ’dan boşalan kritik kurumlarına ve mevkilerine sokmayı öncelikli hedef seçmiş ve gözde görünür ilerleme de kayıt etmiştir.
Bir diğer yandan ise, Çin’i doğru düzgün anlamayan, tarihini, siyasetini, psikolojisini, siyasal davranış biçimlerini, iç, dış sorunlarını ve bölge ülkelerine yönelik politikalarını derinlemesine analiz etme kabiliyetinden mahrum yazarlar ve sadece Çince bildiği için Çin araştırmacısı keselen, Çin sever uzmanlarımızın modası geçmiş Soğuk Savaş mantığı ile batıya karşı doğu bloku uluşturmak hayallerine kapılmaları ve Çin’i ağabey edinme teşviklerinin şakşakçılığına soyunmaları devlet büyüklerimizin ve siyasetçilerimizin Çin algısını yanlış yönlendirme düzeyini yükseltmiştir.
Devletin yüce menfaati ve Doğu Türkistan’daki mazlum kardeşlerimizin asgari insan haklarını koruyabilmek açısından gayet mantıklı olan “Hayır demekle hiçbir şey çözülmez, Çin ile ilişkilerimizi geliştirmeliyiz, sorunlarımızı diyalog ile çözmeliyiz” tavsiyesi, daha yeterli alt yapı hazırlanmadan göklere yükselterek, tam Çin’in istediği gibi Türkiye’nin konumunu tekrar “EVET EDENDİM” çilik konumuna indirgemiştir.
Şu bir gerçek ki, herhangi bir devletle ilişkileri onurlu biçimde geliştirmek ve sağlam politikalar üretmek, öncelikle onu en iyi tanımaktan geçer. Bunun için hazırlayamadığımız alt yapı ise, Çin’in ellerinde yetişmiş Çin bülbüllerinden ulaşan değil, yüce Türk devletinin büyüklüğüne inanan, stratejik önemini ve özellikle Orta Asya’daki en büyük 4. güç (Soft Power) olma vasfını kabullenen ve bunun heyecanını damar damarlarında yaşayan, gerçek vatanseverlerden ve devletimizin kendi stratejik direktiflerin yönlendirmesi ile bağımsız araştırma yapmasını bilen Çin uzmanlarından uluşan bir ‘Çin Stratejik Araştırma Enstitüsü’nün hala kurulmamış olmasıdır. Bu nedenledir ki, Çin yarının politikasını izlerken, biz binlerce adım arkada, bugünün gündemsel politikaları ile meşgul olmakta ve yüzeysel siyasi araştırmaların doğal sonucu olarak, gelecek yüz yılın menfaatlerimizi tehlikeye ittirmekteyiz.
ÇİN’İ ANLAMAK
Şunu itiraf etmeliyiz ki, biz Çin’in bizi anladığı kadar biz Çin’i anlamıyoruz. Çini anlamak gerçekten zordur ve sadece biz değil, bütün dünya Çinin sinsiliğinden yakınmaktadır.
Mesela: Batılılar, Marco Polo’nun (1254-1324) seyahati ile Çin’i tanımaya başlamış ve ilerleyen yıllarda Hıristiyan misyonerlerin Çin’e yönlenmesi sonucunda, Çin’i “köklü tarihe sahip ancak farklı düşünceleri olan hantal bir ülke” olarak tanımlamışlardı. Çin’i “tuhaf bir devlet” (Erratic State) olarak tanımlayan siyaset bilimcisi Lucian Pye, Çin’in diğer ulus devletler gibi uluslararası camiaya ait olmadığını ve bir devlet gibi davranmadığını belirtmiştir. ünlü sinolog John K. Fairbank da, Çin’in kültürelizmi ile diğer ülke ve topluluklardan temelde farklı olduğunu tespit etmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Haziran 2009’daki Çin ziyareti sırasında benzer ifadeler kullanmış ve Çin’i “dünya içinde ayrı bir dünya” olarak tanımlamıştır. Clinton hükümeti döneminde Dışişleri Bakanı olan Madeleine Albright’ın anılarında, “Çin fazlasıyla büyüktür ve göz ardı edilemez; Çin çok müstebittir, kucaklanamaz. Çin’i etkilemek çok zordur üstelik çok hem de çok gururludur” ifadelerine yer vermiştir.
En önemlisi Çin’in tehdit algılaması ve siyasal davranış biçimleri bizimle zıt kutupludur. Örneğin Çinin ünlü filozofu Sun-Tzu “Savaşmadan savaşı başarmak” ilkesine dayanan Savaş Sanatı’nın ilk bölümünde, “Askerî işler hile gerektirir; güçlüyken zayıf görün, etkiliyken etkisiz görün” hilebazlığı ve kurnazlığı ile Çinlilerin fikir dünyasını şekillendirmiş ise, bizim dürüstlük ilkesine dayalı düşüncelerimizin önemli mimarlarından olan Mevlâna Celaleddin-i Rumi, bunun tam tersini söylemektedir: “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol”
Neticede, Çin’i anlamadaki en büyük yanlışımız, Çin’i “sözü ve özü bir” kendimiz gibi dürüst görme ve dediklerine kolayca inanma saflığımızdan kaynaklanmaktadır.
Şu da bir gerçek ki, gerçi her ne kadar bizsiz dünya tarihinden bahis edilmezken, çağ açıp, çağ kapatan ve nice tarihler yaratan bir millet olsak da, ama tarih yazmayan, tarihten ders çıkarmayan, hatta kendi tarihimizin araştırmaları için de Çin’in saray tarihçilerin kaynaklarına dayanmaya mecbur kalan bir milletiz. Dolasıyla tarihten beri Çin tarafından sokuldukça sokuluyoruz, hatta Peygamber efendimizin “Mümin bir delikten iki kez sokulmaz” hadis-i-şerifi de burnumuzu terletmiyor.
ÇİN’İN TATLİ SÖZLERİ (BOŞ VAATLARI)
Örneklemek gerekirse, ekonomik ilişkilerimizde çok daha faydalı gösterilen ama hep aleyhimizde sonuçlanan şu yanlışlarımızı hatırlatmakta yarar görüyorum;
1. Ocak 2001 de Varyag Savaş Gemisi’ni “Yok efendim, askeri amaçlar için kullanılmayacak, turist amaçlı restoran olarak kullanılacak” yalanıyla İstanbul Boğazı’ndan geçirme peşinde olan Çin Dışişleri Bakanı Tang Jiaxuan, Türkiye’de bulunmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirerek, iki ülke arasında ortak çıkarlar bulunduğunu belirtmiş ve yılda 2 milyon turist göndermek gibi tatlı sözleri ile bakanlarımızı kandırabilmiştir. Türk Dışişleri Konutu’nda yapılan heyetler arası görüşmeler sonrası, Çin’den dünyaya her yıl 180 milyon turistin geldiğine dikkati çeken Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Çinli turistlerin Türkiye’ye yönelmesi için bazı değişiklikler yapılması ve adımlar atılmasını kararlaştırdıklarını belirtmiştir. Görüşmelere katılan bir Türk diplomat, “İlk etapta 180 milyonun yüzde 10’u gelse, Türk turizmi şaha kalkar” diye konuşmuştur. “2 milyon Çinli turist Türkiye’ye gelecek” yaygarası da bundan sonra manşetlere taşınmaya başlamıştır. Ancak eylem planında yer alan konuların hepsi içi boş vaatler olarak kendini göstermiştir.
Eylül 2004‟te de Birleşmiş Milletler toplantısı için Abdullah Gül, New York’ta Çinli meslektaşı Li Zhaoxing ile görüşürken Çinli turist meselesini ve verilen sözlerin tutulmasını gündeme getirmişti. Ama arlanmaz Bakan “Nüfusumuz bir milyarın üstünde, nasıl konuk edeceksiniz turistlerimizi?” diye karşılık vermişti. Bakan Gül ise “Kalbimizde misafir ederiz” yanıtını vermişti. ve bu pişkince verilen karşılık Türkiye’de tepki yaratmıştı.
2. Ocak 2003‟te Ak Parti genel Başkanı sayın Recep Tayip Erdoğan’ın başkanlığındaki Türk heyetinin Çin ziyareti sırasında yeni bir aldatmaca olan fındık mevzusu gündemdeydi ve o zamanda da Çin sever Çin uzmanlarımız her bir Çinliye fındık yedirme gayretlerine tutuşmuşlardı. Ancak çok bilmişlerimizin ön görüşleri yine tutmamıştı.
3. bu yalanın tekrarı 2010 da yine gazetelerimizin ön sayfalarında dolaştırıldı. Çin Ticaret Bakanı Chen Deming, Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’a, fındığı çok sevdiğini belirterek, “Gazetede okudum. Günde 10 tane fındık yenilmesi iyiymiş. Çin’de 1,3 milyar insan var. Bu kadar kişi fındık yemeye başlarsa herhalde Türkiye’deki fındıklar yetmez” demişti.
3. daha 2017’te de benzer şekilde zeytinyağı gündeme taşındı “Çinliler Her Gün Bir Kaşık Zeytin Yağı Tüketseler Dünyada Zeytin Yağı Kalmaz” manşetleri atıldı ama sonuç yine değişmedi. Türkiye’de ne zeytinyağı, ne fındık, ne hotel odası kıtlığı yaşandı.
4. 2016 de Çin Türkiye’ye beklenmedik bir kıyak yaptı. Türkiye, Şanghay İş birliği Örgütü 2017 Enerji Kulübü başkanlığına getirildi. Bizim ‘kral çıplak’ Çin uzmanı kalemsörlerimiz bu olayı yere göğe sığdıramadı. Söz konusu Enerji Kulübünün Şanghay İşbirliği Örgütü kurulduğundan beri hiçbir işlevi olmayan, boş kulüp olduğunu, bununla aslında Çin’in 2015 te iptal edilen hava savunma sistemi anlaşmasını tekrar hayata geçirmek ve böylece hiçbir yerde denenmemiş Füze sistemi ile Türkiye’ye kazık atmak pişinde olduğunu maalesef yazarlarımız görmek istemedi. Ama Allahtan Türkiye’miz bu kapana düşmedi.
5. Kütahya’da 20 yıllık garanti kapsamında Çin’e yaptırılan elektrik santral, 5 yılda buzuldu. Ama Çin verdiği garanti sözünü tutmayınca deva açıldı.
6. Benzer şekilde Çin ile ortaklaşa kurulan Mermer Chery marka Otomobil üretici firması da Çin tarafının satış sonrası servis hizmeti vaatlerini yerine getirmediği için meseleyi mahkemeye taşımıştı. Ve şuan Chery marka Otomobilin Türkiye’deki satışı durdurulmuş vaziyettedir.
Kısacası, araştırmak isteyenler, adliyeye bir uğrama rahatsızlığını zor görmezse eğer, Çin şirketleri tarafından aldatılan ya da verilen sözler yerine getirilmediği için deva açan onlarca Türk şirketlerin dosyalarına kolayca ulaşabilirler. Ama maalesef Türkiye’deki popüler günlük gündemlere göre kalemin ucunu bilemekten başka marifeti olmayan “Evet”çi ürkek yazarlarımızın nedense Çin’i bir başka yönden analiz etmeye de tahammülleri yoktur.
ÇİN ŞİRKETLERİNDEN VERGİ KAÇAKÇILIĞINA TEŞVİK
Çin’de bendiniz 3 sene uluslararası ticaretle uğraşarak, bizzat edindiğim tecrübe ve yakında iş çevrelerimden öğrendiğim bilgilere göre, Çin’in hem devlet şirketleri hem de özel şirketleri dış ticarette, ithalatçı şirketlerin talep etmesi halinde, ihraç edilmekte olan malın toplam kıymetini asıl değerinden yüzde 50 veya yüzde 70 e kadar az gösteren sahte anlaşma ve fatura düzenlemektedir. Böylece ithalatçı şirketlerin kendi ülke gümrüğüne yüzde 50 ya da yüzde 70 daha az vergi ödemesine kolaylık sağlamaktadır. Bunun daha anlaşılır olması için bir az teknik detaylarına inmemiz gerekiyor;
Genellikle Çin’de dış ticaret ödemeleri için ihraç edilmekte olan malın yüzde 30 ya da 50 li kısmına Akreditifli Ödeme (Letter of Credit) tercih ediliyor ve geri kalan kısmı için Peşin Ödeme (Cash Payment) şeklinde, (orijinal anlaşmaya göre) mal gönderildikten sonra ya da önce taksitlerle elden ödenmesi tercih ediliyor. Çin şirketleri gümrüğe ibraz edilecek olan fatura ve anlaşmada malın toplam değerini Akreditifli Ödeme (Letter of Credit) ne kadar ise, o kadar yansıtıyor. Elden ödenen para anlaşmaya ve faturaya yansıtılmıyor.
Bir de ödemeyi garantiye almak için iki anlaşma yapılıyor. Birinde anlaşmanın tüm ödeme planları detaylı şekilde yazılıyor ve fatura da orijinal olarak kesiliyor. Bu anlaşma iki şirket arasında gizli kalıyor. Maliyeti düşük gösterilen anlaşma ile fatura ise, banka ve gümrüğe ibraz ediliyor. Bu uygulama Elden Peşin Ödeme (Cash Payment) için Çin’e gönderilen paraların yüzde 99 nun başka ülkelerden kayıt dışı olarak çıkmasına yol açıyor. Bir de paranın her ülkedeki yurt dışı nakit döviz transferi için belirlenen limite takılmadan Çin’e rahat akabilmesi için İstanbul Tahtakale’de olduğu gibi Çin’den ürün ithal eden dünyanın dört bir yanındaki bütün ülkelerde, Çine kayıt dışı para transfer eden ya da iki ülke şirketleri arasında para takas edilmesine aracılık eden Çinli ve yerli şirketlerin çok aktif iş yapmakta olduğunu da hatırlatmamız gerekiyor.
Çin’de çok sıradan sayılan ve 1984 ten beri hemen her şirkette yağın bir şekilde yürütüle gelen bu uygulama (düzenbazlık) başka ülke şirketlerine vergiden kaçak kazanç sağladığı gibi, bütün ülkelerden Çin’e kara para akmasının yolunu da sonuna kadar açmış oluyor. Çin’de bu kayıt dışı gelen kara paranın aklanması ise çok basit.
Çinli ihracatçı şirketler orijinal anlaşma ve fatura ile beraber parayı bankaya yatırabiliyor ve hatta devletin ihracat teşviki için belirlediği yüzde 14 lük ödül parasına da 10 – 15 gün içerisinde sahip olabiliyor. Çin’in döviz rezervinin nasıl bunca yükseldiğinin ve Çin’in ağzından hiç düşürmedi “bizim dış ticaret anlayışımız karşılıklı çıkara dayanıyor” masajının sırrı işte bu! Yanı uluslararası ticaret kanunlarını ihlal ve başka ülke şirketlerini vergi kaçakçılığına teşvik etmek..
Üstelik Çin’in bu dış ticarette “bir taşla on kuş vurma” uygulamasının (düzenbazlığının) ithalatçı ülke güvenliğine ve iç, dış siyasetine tehdit uluşturabilecek potansiyele sahip tehlikeli bir yönü de vardır.
Şöyle ki, Çin’de iş yapan yabancı şirketlerin yukarıda altı çizilen anlaşmaların bir kopyası (yanı suç kanıtı) Çin tarafında bulunuyor. Yabancı İthalatçı şirketler Çin ile iş yaparak, belli müddet sonra büyüdüğünde ve ülkesinin siyaset, güvenlik gibi değişik kritik alanlarında etkili duruma geldiğinde, onun eski ticari anlaşma dosyaları Çin’in elinde önemli koz teşkil ediyor. (Dolaysıyla siyaset camiamızdaki tüccarlarımızın ya da tüccar zihniyetli siyasetçilerimizin Çin’den kolay kolay vaz geçememesinin sebebini sadece parasal kazanca bağlamak büyük saflık olur). Burada hem ülke güvenliği açısından hem de Çin’e kaçmakta olan kayıt dışı dövizlerimizin durdurulması açısından maliye bakanlığımızın dış ticaret denetim mekanizmine ve İstihbarat Teşkilatımıza büyük görev düşmektedir.
Ticari denge açısından da Çin, en büyük açık verdiğimiz ülkeler arasında birinci sıradadır. 2017 yılının resmi rakamlarına göre, Çin’e ihracatımız sadece 2 milyar 936 milyon dolar iken, İthalatımız ise 26 milyar 307 milyon dolar olmuştur. Bir de Çin’in zikri geçen usulsüz ticaret formülü dikkate alındığında, Türkiye – Çin arasındaki ticaret hacminin resmi olarak bildirildiği gibi 30 milyar dolar civarı değil, en az 60 milyar dolara çoktan ulaştığı ve Çin ile olan ticaretteki carı açığımızın ise, aslında 57 milyar dolar civarında olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Durum böyleyken, her ay Çin’e akmakta olan onlarca milyarlık kayıt dışı dövizlerimizi durdurmak yerine, 4-5 milyar dolar borç alabilmenin derdine düşmemiz hiç de akıl karı değildir. Eskiden İran-Irak- Suriye sınırından, şimdilerde ise Irak ve İran sınırından ülkemize sokulmakta olan kaçak Çin mallarını hesaba katmadım bile.
En azından ülkemizi Çin’den her yılı yaklaşık 50 - 60 milyar dolarlık kazık yemekten kurtarabilirsek, bununla ülke ekonomimizin nasıl şaha kalkacağını açıklamaya gerek yoktur.
Şu bir gerçek ki, Çin'den ithal edilen ürünler en çok Türkiye'mizin yerli üretimi ve ihracat potansiyelini tehdit etmektedir. Küçük ve orta ölçekli endüstrilerimizi haksız rekabete sürükleyerek, kendi üretimlerine olan güvenini sarsmakta ve birçok şirketlerin kapanmasına, dolaysıyla işsizliğin artmasına sebep olmaktadır. En önemlisi ihracatımızın düşmesine ve başka ülküler ile olan dış ticaretteki açığımızın de artmasına yol açmaktadır. Onlarca senedir devletimiz bu dengesiz ticarete olan rahatsızlığını Çin’e aktardığında, Çin yine pişkince “Tatlı sözlerini (boş vaatlarını)” devreye sokarak, “ithalat ile dengelemek mümkün değil, ancak yatırım ile dengeleyebiliriz” diye kandıragelmektedir.
Yapmakta olduğu yatırımların de kritik alanlarımıza yöneldiği görülmektedir Çin istihbaratının elindeki ZTE ve HUAWEİ (dünya genelindeki casusluk faaliyetlerinin kabarık sicili özellikle tartışılmalı) başta olmak üzere hangi şirketler tarafından yatırım yapılmakta olduğu? Ülkemiz güvenliği, Orta Asya’daki konumumuz ve gelecekteki milli menfaatlerimiz için nedenli tehlike arz ettiği ise, aciliyet gerektiren ayrı bir mülahaza konusudur.
Zira, ABD’nin Federal Soruşturma Bürosu (FBI) Direktörü Christopher Wray’ın, geçen hafta ABD Kongresinde yaptığı konuşmasında, “Çin'in amaçlarına ulaşmak için siber müdahale, yabancı yatırım, şirket alımları ve tedarik zincirini tehdit etmek gibi giderek büyüyen bir dizi geleneksel olmayan yöntem kullandığını” söylemesini ve yaklaşık 25 bin Çinli istihbarat ajanının, ABD'nin farklı kurumlarında çalışmakta olduğunu ileri sürmesini, sadece anti-komünizm perspektifinden değerlendirmek çok yanlış olur.
Bir diğer raporda ise, “Çin Devlet Güvenlik Bakanlığının, yurt dışında en az 40 bin aktif istihbarat personeli bulunduğu ve Çin'in fikri mülkiyet, ticari sırlar ve teknolojileri çalmaya yönelik faaliyetleri ile dünyaya verdiği zararın maliyetinin "yıllık 180 ile 540 milyar dolar arasında olduğu” bilgisi yer almaktadır.
Bir de Çin’in bütün entrikalarını üç ana etmen, yanı “Tatlı söz (boş vaat), Yumuşak ipek (rüşvet) Güzel kız (zina)” ile özetleyerek, ebedi uyarılarını taşa kazan ecdadımızın nasihatleri görmezden gelinse, 3. Dünya Planı ve Orta Asya’yı yeniden dizayn etme projesinde, Türkiye’mizin sokakta kesilen kurban gibi kesilir hale gelmesine kendi kayıtsızlığımız ile yol açmış oluruz.
Özetleyecek olursak, Çin ile gelişmekte olan ilişkilerimizde kaybeden biz olmaktayız, çıkardığımız ve içtiğimiz sudan daha çok ter dökmekteyiz. Ama elde ettiklerimiz sadece gökte muallak beklenti ve Çinlilerin Tatlı sözlerinden ibaret olmakta.
Bütün bunlara “Hayır” diyebilmenin yolu, güçlü bir ekonomi ve savunmadan geçer, güçlü ekonomi ise, ithalatın frenlenmesi, yerli üretimin geliştirilmesi ve İhracatın artmasına bağlıdır. Buda ürün ithalatına değil, ucuz ve kaliteli ham madde ithalatına önem verecek stratejimiz ve teşviklerimizden geçmektedir.

TÜRKİYE- ÇİN YAKINLAŞMASINDA KARŞILIKSIZ TAVİZLER
1. Küresel güçlerin 3. Dünya planı ve Orta Asya’yı yeniden dizayn etme yarışı çerçevesinde, Türkiye ve Çin ilişkilerinin yeniden tanımlanması gerektiği bir süreç içerisindeyiz. Bu süreçte her iki ülkenin farklı dış politika önceliklerine sahip olduğu konular da önemli yapısal sorunlar arasındadır.
Örneğin; Çin başta Kıbrıs olmak üzere Kosova, Bosna Hersek ve Dağlık Karabağ gibi sorunlarda Türkiye’nin tam aleyhine bir politika izlemektedir.
2. ŞİÖ ve Orta Asya kapsamında Ankara’nın Pekin ile kurucu değerler ve güvenlik endişeleri bağlamında ortak bir zemin bulabilmesi nerdeyse imkânsızdır.
3. Yine savunma ve terörle mücadele konusunda, Çin’in hala PKK’yi terör örgütü olarak kabullenmemesi, Türkiye’deki siyasi uzantılarını giderek güçlendirmesi, Zeytin Dalı Harekâtımızda de askerlerimizi ‘İşgalci’, YPG teröristlerini ise ‘halk kahramanı’ olarak gösteren yayınlar yapması, bizim onurlu biçimde çoktan “Hayır” diyebilmemizi gerektiren öncelikli hususlardır. Ama maalesef tam tersine karşılıksız bir bicimde Çin’in Uygurlara yönelik terör yaftalamasına ‘Evet’ diyen açıklamalarımız, Çin’i daha da cesaretlendirmektedir ve bu “EVET EFENDİM” çiliğimizin doğal sonucu olarak, bir yandan Çin, Türkiye’den vize başvurularını sıkılaştırarak ticari vizeler için resmî kurumlardan davet mektubu zorunluluğu getirirken turistik vize başvurularında ise bireysel başvuruları tamamen kaldırmış, Bir diğer yandan Uygur katliamına meşru zemin hazırlama başarasının sarhoşluğuna kapılmıştır.
4. Çin Türkiye’de 6 Konfüçyüs Enstitüsü açmışken, bunun karşılığı olarak Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumların Çin’de açılması Çinin yarattığı yapay bürokratik engellemelerle çıkmaza sürüklemekte ve Tatlı söz (boş vaat) ile de beklenti seraplarına batırılmaktadır.

TÜRKİYE- ÇİN YAKINLAŞMASININ DOĞU TÜRKİSTAN’A ETKESİ
Onlarca senedir Çin ile iyi niyetle ilişkilerimizi geliştiriyoruz, özellikle 2009’dan sonra Çin ile olan ilişkilerimiz gederek ivme kazanıyor. Peki “Gerçekten Çin ile ilişkilerimizin geliştirilmesi ve diyalogun artırılması Doğu Türkistan’daki zulümlerin hafiflemesine herhangi bir katkı sağlayabildi mi?”
“Doğu Türkistan’da uygulanan asimilasyon politikalarının değişmesinde, din, dil eğitim özgürlüğü ve seyahat özgürlüğünün Uygurlara da sağlanmasında, Çin vatandaşları ile aynı hukuka sahip olabilmesinde, sözde Çin ana yasasında teminat altına alınan azınlıkların hak ve hürriyetlerinin Uygurlar için asgari derecede uygulanmasında herhangi bir olumlu değişik meydana getirebildi mi?”Hayır!
Bu konularda tek bir gelişme tek, bir yasanın dahi kardeşlerimizin lehine değiştiği görülmemiştir. Tam aksine Türkiye’nin iyi niyetle Çin’e yakınlaşmasının suiistimal edilmesine ve 60 senedir var olan baskılarının daha da artmasına sebep olmuştur. Çin’in tarihten beri Türklere karşı uygulaya geldiği “yakındaki düşmanı yok etmek için uzaktaki akrabalarını yanına çekmek” kapanına çekmiştir.
Gerçeği söylemek gerekirse, daha önce geliştirdiğimiz Doğu Türkistanlıların Türkiye- Çin arasında bir “dostluk köprüsü” olması politikamızın ağırlığını Çin’e gerektiği gibi hissettiremedik. Bunun en önemli sebebi de gerektiğinde Çin’e ‘Hayır’ diyemediğimizden kaynaklanmaktadır. Tam Çin’in istediği gibi iki ülke ilişkilerinde Doğu Türkistanlıları “dostluk köprüsü” olarak görme politikamızın rafa kaldırılması ve bu köprüyü ortadan çıkarmadan ilişkilerin gelişmeyeceği yönündeki tesviyelerin ağır basması milyonlarca kardeşimizin canlarına mal olmaktadır. Dolaysıyla şu an Doğu Türkistanlılar 2010 ve hatta 2013’teki insan hakları ihlalleri en sık yaşanan dönemleri bile mumla arar hale gelmiştir. 2023’e kadar Doğu Türkistanlıları tamamen milli ve dini değerlerinden kopararak, Çinlileştirme politikası, resmi rakamlara göre 2 ve gayri resmi rakamlara göre 5 milyon kardeşlerimizin ‘Tutuklama kampı’ ve ‘Eğitim Kampı’ adı altındaki yüzlerce kamplara kapatılması ile tarihte görülmemiş bir devam etmektedir. Bu konuda BM raporları, uluslararası kurum ve kuruluşların remi araştırma sonuçları, tonlarca kanıt, belge ve binlerce şahitler mevcut. Üstelik dünya çapınca Çin’in zulümlerine karşı resmi tepkiler giderek artmaktadır.
Şu unutmamalıyız ki, böyle durumlarda ‘Hayır’ diyebilmek devletimizin saygınlığını arttırır, Uzun dönemli menfaatlerini kurur, Sanıldığı gibi dış ilişkilere zarar vermesi söz konusu bile olmaz.
Örneğin; bu insanlık dışı kaplar hakkında Kazakistan 15 Şubat 2018 da ilk olarak Çin’e diplomatik nota vermiştir ve aylar süren kesintisiz uğraşlar neticesinde daha birkaç gün önce 2000 Kazak Türkü kardeşlerimizin kamplarından salıverilmesi ve Kazakistan’a gelmesine izin verilmesi konusunda Çin ile anlaşmaya varmıştır.
Bütün bu gerişimler ve Çin’i Evet dedirtmeler iki ülke ilişkilerine hiçbir zarar vermemiş, tam aksine saygınlık kazandırmıştır.
Kısacası, 21. yüz yıla hazırlanmakta olan Türkiye kendi stratejik önemini, güçlülerin iddia ettiği ve dayatmaya çalıştığı gibi güçsüz olmadığını, Türkiye’nin Çin’e değil, Çin’in her alanda Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu ilk önce kendisi kabullenmek ve inanmak zorundadır. Dünün yol haritası ile yarının yol haritasını yan yana koyarak, gelecekteki istikametini tayin etmesi, iyi değerlendiremediği hatlarını – gerçi hatları kaygan da olsa- tarafsız bir muhasebe etmesi, neyin nerde yanlış gittiğini araştırması gerekiyor. En önemlisi Türkiye’nin kendini bulması, ayağa kalkması lazım. Ayağa katlığında Doğu Türkistan meselesinin batının inisiyatifine bırakılacak kadar basit bir sorun olmadığını, belki damarlarındaki statik kuvvetin ve yumruğunun masaya daha güçlü vurulmasının kaynağı olduğunu görecektir. İşte o zaman Çin’e yönelik geçmişte sıraladığı ‘EVET’lerden üzülecektir. ‘Başını dik tuttuğunda ‘HAYIR’ demenin o kadar zor olmadığını görecektir, ufku genişleyerek, büyük Türk dünyasını görebilecek, içindeki küllenmiş heyecanı dışarıya vurabilecek ve üzerindeki ürkekliği atarak öz güven kazınabilecektir’ .
Şu an Doğu Türkistan’da cereyan eden emsalsiz zulüm karşısında Bütün İslam ve Türk dünyasının gözü, Türkiye’ye özellikle bütün dünya mazlumların hüzünlü kalplerine ümit uyandıran ve arşı titreten dualarının mazharı olan Türkiye Reis Cumhuru Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a dikilmiş haldedir.
Anne babaları Çin toplama kamplarına kapatılarak sahipsiz kalan milyonlarca Uygur çocuklarının çığlıkları ‘Erdoğan Babasını, Ümmetin Reisini aramaktadır.
“O Reis ki, 1995 Ağustos'unda, Sultanahmet'te, Doğu Türkistan’ın Büyük Mücahidi İsa Yusuf Alptekin'le ve meydanı dolduran binlerce kişiyle birlikte "İsa Yusuf Alptekin Parkı’nın ve içindeki "Doğu Türkistan şehitleri Abidesi’nin kurdelesini, gözleri nemlenerek kesen...
O Reis ki, 15 Ağustos 1996 günü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatıyla, İsa Yusuf Alptekin'in, görmeyen yaşlı gözlerine gözlerini dikip; "Siz 20.Yüzyılın en büyük Müslüman mücahitlerinden birisiniz. Doğu Türkistan'daki kardeşlerimizde sizin önderliğinizdeki bu kutlu mücadele ile Komünist Çin işgalinden, zulüm, işkence ve baskıdan, inşallah kurtulacaklardır. Nurlu şafaklar yakındır" diye haykıran...
O Reis ki, aynı yılın Aralık ayın yirmilerinde, Fatih Camii'nde, merhum Alparslan Türkeş'le Recai Kutan'la, daha birçok siyaset, devlet ve dava adamları ile birlikte, İsa Yusuf Alptekin'in tabutu önünde cenaze namazı için tekbir alan...
O Reis ki, Aynı akşamı, merhum İsa Yusuf Alptekin'in evinde, "Bu büyük mücahidin manevi huzurunda koltukta oturamam" diyerek, yer minderine bağdaş kuran, Yasin-i şerif okuyan ve gamlı gönüllere de bağdaş kuran bir Reistir.”
Evet, benim de kalbimin tahtında bağdaş kuran, iki evladımın Çin’den kurtulmasına vesile olan ve 16 yıllık evlat hasretimi sona erdiren o Reis’in, Çin’in işkence kamplarında yok olma tehlikesi ile burun buruna gelmiş kardeşlerimiz için Yüksek bir sesle ‘HAYIR!’ demesini bekliyorum.
Gerektiğinde Çin’e de ‘HAYIR!’ diyebilen bir Türkiye istiyorum

 

Editör: TE Bilişim