Yetmişli yılların başıydı. Kilisenin yakınında, tek katlı, toprak damlı bir evde oturuyorduk. Sokağa bakan, geniş avlulu, iki odalı bir evdi. Tuvalet, avlunun en uzak köşesinde, üstü açık, kapısında kilim asılı karanlık bir yerdi. Suyu yoktu; yağ tenekesini kesip su doldurmuşlardı, ama çoğu zaman boş kalırdı. Dedem, ninem, annem, babam ve dört kardeş... Aile kalabalıktı. Odaların birinde dedemler, diğerinde biz kalıyorduk. Banyo yoktu. Teştte yıkanır, bazen de kapı arkasındaki hamamlıkta çimerdik. Aslında hamamlık daha çok el-yüz yıkamaya yarıyordu. Bir yaz akşamıydı. Dedem, yemekten sonra bir arkadaşına oturmaya gidelim dedi. Ninemle beni de çağırdı. Arkadaşının evi, kalenin tam tepesindeymiş.
Yatsıyı beklemeden yola çıktık. Ninem örtündü, ben de hazırdım. Üzerimdeki kıyafetle gidecektim zaten; başka bir şeyim yoktu ki. Ninem çorap giymemi söylemiş, sonra vazgeçmişti.
Dedem önde, biz arkada yürüyorduk. Evimiz, kilisenin kapısının açıldığı sokağın en başındaydı. Kuzeye doğru elli metre yürüyüp kaleye giden yola saptık. Doğuya döndük, kaleye doğru ilerledik. Kalenin dibindeki değirmene vardığımızda –şimdi orası Keleş Konağı– yokuşu tırmanmaya başladık. Bazalt taşlarla döşeli yol dik ve dardı. Bir hayli yorulmuştuk. Virajı döndüğümüzde bir düzlüğe çıktık. Ürkütücü bir karanlık vardı. Sessizliği aniden bir köpek havlaması bozdu. Üzülsem mi sevinsem mi derken, dedem eve vardığımızı söyledi. Düzlüğün hemen başında, büyük, dökme demirli ahşap bir kapı gösterdi.
Dedem tokmağı vurdu, başımızı eğerek içeri girdik.
Büyükçe bir avluya açılıyordu kapı. At kişnemesi ve ahır kokusu geldi. Dut ve asmalarla çevrili avlunun ortasında tulumbalı bir kuyu vardı. Tam kuyuya yaklaşmıştık ki, içeriden şalvarlı, kasketli bir adam çıktı.
“Ooo, Şeyho, hoş geldin!” dedi, dedemi kucaklamak için kollarını açtı, ona doğru yürüdü.
Dedem, “Hoş bulduk,” diyerek gülümsedi.
Adam dedemi kucaklayıp belini sıvazladıktan sonra, “Ne hoş ettin, buyur buyur,” diyerek kapıyı işaret etti.
Tekrar bir at kişnemesi duydum.
Adam, “E, ha…” dedi.
Dedem, “Alıştın mı ya?” diye sordu.
Ne demek istediklerini tam anlamamıştım, ama ikisinin anlaştığı belliydi.
Adam, “Hele geç, anlatırım,” diyerek bizi içeri davet etti.
Önce dedem, sonra ninem ve ben girdik. Geniş, toprak damlı, loş bir oda... Tavanın ağaçları kararmıştı. Duvarda bir gaz lambası, kahveci güzeli halısı ve asker fotoğrafı asılıydı. Mavi boyalı, ahşap çerçeveli pencere açıktı; serin bir rüzgâr doldu içeri. Perde hafifçe titredi. Arka odadan, adamdan yaşlı bir kadın çıktı.
“Hoş geldiniz,” diyerek ninemin ellerini tuttu, sıktı, yüzüne sürdü.
Ninem, “Allah razı olsun,” dedi.
Şalvarlı adam, odanın sonundaki divanı göstererek oturmamızı istedi.
Dedem divana kuruldu, biz kapıya yakın bir yere, yerdeki minderlere oturduk. Adam biraz daha yaklaşmamızı isteyince, dizlerimin üzerinde sürünerek dedeme yaklaştım. Ninem de yanıma geldi. Kadın, ninemin karşısına oturdu.
Çorapsız, kadifeli adam dedemin yanına bağdaş kurarken konuşmaya başladı:
“At arabasından yoruldum Şeyho. Elif de çok yoruldu. Ata bakmak artık ağır geliyor. Ahırı ne ben ne de o temizleyebiliyoruz artık. İkimizden de geçmiş. Arabayı sattım, atı da köyden biri alacak. Haftaya o da gider.”
Dedem, “Zor tabi. Zor da, ne iş yapacaksın? Boş da olmaz ki,” dedi.
Adam tebessüm etti. Loş ışıkta yüzü daha net görünüyordu. Sakin, güleç biriydi. Tebessümü çok hoştu.
“Tatlıya başladım Şeyho,” dedi. “Halka tatlı… Attan, arabadan iyi. Şimdilik en azından. Bakalım hele.”
Dedem, “Tatlı mı? Eskiden de yapmıştın sanki, değil mi?” diye sordu.
“Eh, işte… çok önce. Bir köşede tepsiyi tezgaha koyuyor, müşteri bekliyorum. Un ve şeker… Evin içinde fazla yormuyor en azından. Atla uğraşılmıyor artık. Zavallı… Kendini mi doyursun, bizi mi?”
Birkaç gün sonra, Ulu Camii önünde, ikindi namazından çıkan kalabalığa halka tatlı sattığını gördüm.
Canım çok çekmişti.