Kim, nerede ne yapmış… Öğren; önemli.
Ne zaman, nerede ne olmuş… Bil; önemli.
Kritik et, düşün.
Ama sonra başını kaldır. Etrafına bak.
Toprağın nemi ayağına değiyor mu?
Havanın serinliği tenini ürpertiyor mu?
Kuşlar sabahın hangi saatinde susuyor?
İtler çöplüğün hangi kenarında bekleşiyor?
Gör bunları.
Kim zalim, kim haksız, kim yanlış gör… Ayır. İncele; gerekiyorsa toprağa, duvara, insana dokun. Hisset.
Sonra karmaşık cümlelere sığınma.
Basit, temiz, dosdoğru cümlelerle hem anlat, hem yaz. Ve yazdığının arkasında dimdik dur.
Sadece insanı görmek yetmez.
Zulme uğrayanın yüzünü görmek kadar, dere yatağında akan bulanık suyu da görmelisin.
Savrulan yaprağın telaşını, bulutun ağır ağır yırtılışını, çöp karıştıran itlerin açlığını, kedilerin betonun altındaki gölgeye sığınışını, sırtında çimento torbasıyla yürüyen inşaat işçisinin nefesini, sabahın köründe moloz ayıklayan amelenin yorgunluğunu,
kimse uyanmadan çöp toplayan adamın sessizliğini fark et.
Huysuzlukların ardındaki kırgınlığı,
İnatlaşmaların ardındaki çaresizliği,
Boş sözlerin ardındaki boşluğu,
Manasız bakışların ardındaki yorgunluğu izle.
Üzgün yüzleri, kırık kalpleri…
Ve bütün bunların altından sessizce akıp giden hayatı.
Bir de, elinden pek iş gelmediği halde kendini dünyanın direği sananları düşün.
Bir adım atmaya üşenirken, kendilerine kırmızı halı serilmesini bekleyen o sığ kibri…
Ve o sığlığa nasıl kıymet biçildiğini…
Onların karşısında ise başka bir sahne var: Yere düşen kuru bir ekmeği öpüp başına koyan bir çocuğun saygısı.
Çöpten portakal toplayıp eve götüren bir annenin içindeki merhamet.
İşte o merhametin isyanını anlatmak için büyük laflara, süslü cümlelere gerek yok. Derin manalar, anlaşılmaz imgeler, alakasız metaforlar...
Sade söz yeter; çünkü zalim süsten anlamaz, gerçeğin ağırlığından anlar.
Hakikat çoğu zaman gürültüyle değil,
Gündelik bir anın içimize işleyen çıplak gerçeğiyle konuşur.
Gör yeter.
Gördüğünü anlat yeter.