Çocukluğumda; 1950'lerden 60'lara ve iki baharın her ikisinde, hem 'son'unda hem 'ilk'inde; senenin altı ayı, yirmi altı haftanın üç günü ve günün akşama doğru dolu-dizgin koştuğu saatlerde; atlarımızdan birinin sırtında şehre dönerdik Büyükbabam ile birlikte.

Büyükbabam, hemen her seferinde parmak kalınlığındaki sarma sigarasını yakabilmek için kavı tutuşturmaya çalışırdı yol boyu.

Ben dudaklarımı aralamadan, içinde Urfa olan ve Urfa kokan bir türkü söylerdim; Urfa ağzıyla çarpan gönlümce.

§

Bir gün Koşu Meydanı'nda, öbür gün Paşabağı'nda başlardı yolculuğumuz. Bamya Suyu'na uğrar, Kanberiye'den geçer ve Köprübaşı'ndan girerdik şehire.

Büyükbabam sigarasını yakmaya uğraşırdı hala; "ha babam, de babam" diye diye..

Ben güneşin battığı yerden Akabe'nin üzerine çöken lacivert örtünün içinde kaybederek zamanı ve mekanı, "Urfa'nın etrafı dumanlı dağlar" diye o türküyü mırıldanırdım küçücük yüreğimde.

§

Bazan Şıhçoban'dan, Kısas'tan veya Mecrihan'dan başlardı uzun ince yolumuz. Bahçaların arasından geçip Harran Kapısı'ndan girerdik "iki metre eninde ve sekiz metrede biten sokaklar"a..

Büyükbabam sigarasını yakmaya çalışırdı; "dı yan meret, hade yan!." tekerlemesiyle.

Ve yol yol boyu altından geçtiğimiz dut ağaçlarına bakınca; "Urfamızın dörd etrafı bahçalar" diye küt küt çarpardı kalbim. Gözlerim pencerede oturup saz çalan yarı arardı; asla ve asla göremiyeceğini bile bile.

§

Gün olur Direkli'den koyulurduk yola; Karakoyu'nun akışına uydurarak atlarımızın yürüyüşünü. Hızmalı Köprü'den geçerdik dört nala.

Büyükbabam bıkıp usanmadan kavı tutuşturmaya uğraşır dururdu; "sen inatsan, ben inadoğluinadam" dercesine.

Samsat Kapısı'nda bir türkü söylenirdi.

"Urfa'nın bedenleri" yükselirdi önümüzde. Gidenleri çevirmeye çocuk gücüm yetmezdi ama, "yarı terkedenleri" vurup vurup öldürmek geçerdi içimden.

§

Kimi gün Eski Keriz ve Devteşti'nde su verirdik atlarımıza. Şehitlik tepesini aşıp Hastahane önünde seyre koyulurduk doğup büyüdüğümüz memleketi.

Büyükbabam elindeki demiri çakmak taşına vura vura ritim tutardı adeta.

Tılfındır'dan top sesleri gelirdi yıllar öncesinden kulaklarıma.

"Urfa çetelerinin süngü takışı"nı görür gibi olurdum. Atımın yelesini okşayıp bütün sıcaklığımla;

"Kolumu salladım toplar oynadı / Karadaş içinde çete kaynadı " diyerek yeniden yola koyulurduk uygun adımlarla.

§

Beykapısı'ndan Hekimdede'ye uzanan dar sokaklarda, yüksek duvarların arkasından gül kokuları yayılırdı burcu burcu.. Sonra daracık sokakta bir kapı aralanır; "gülyüzlü" bir kız gülümserdi kılıç keskinliğinde. Ve:

Gül yüzün dönme benden

Ölürem geçmem senden

Kapıya kul olayım

Selamı kesme benden!..

Dememi beklemeden örterdi kapıyı.

"Dama çıh boyi görüm

Eğil siye gül verım

Aramızda dağlar var

Bir daha nasıl görüm"

Diye bir hoyrat patlatmak isterdim. Ama dudaklarım aralansa da sesim çıkmazdı, lal olurdum,

§

Türküler nasıl atlatmışsa, Urfa öyleydi o zamanlar.

Bir yanında 'dumanlı dağlar' vardı ve şehrimin 'dört etrafı bahçalar'la çevriliydi.

Bu kadar yayılmamıştı ovaya; "Urfa bir dağ içinde"ydi, hem "gülü bardağ içinde"ydi hem de kendisi bardak içinde bir güldü sanki.

Urfalı "gam dilini bilir"di.

Bu dille söylerdi hoyratlarını, türkülerini.

Türkülerle, hoyratlarla anlatırdı kinini, öfkesini ve sevgilerini.

Türkülerin şehriydi

Urfa.Türkü şehirdi.