Avrupa’da filozoflar, kralı yargılayabilmek için önce tanrıyı yargılamaları gerektiğine inanmışlardır. Çünkü kralları ayakta tutan köhnemiş kiliseler vardır arkalarında.  Şestov’un deyişiyle “kralın başını vurma hakkına sahip olabilmek için tanrının başı vurulmuştur.” Kral varlığı ortada bir güç onu yıkabilmek kolay değildir, ancak onun dayandığı soyut tanrıyı yıkmak daha kolaydır. Kral’a söz söyleyemezsiniz ama tanrıya söyleyebilirsiniz. Bu yüzden ilk saldırı tanrıya olmuştur. Zira tanrı hukukun caydırıcılığından daha güçlü bir caydırıcılığa sahiptir. Yuhanna İncil’inde İsa ile onu yargılayan vali Pilatus arasında geçen konuşmada; İsa “hakikatten yana olan herkes benim sesimi işitir” der, buna karşılık Pilatus “Hakikat nedir?” diye sorar. Çünkü İsa’yı yargılayanlar arasında kafası en karışık olan Pilatus’tur. O hem İsa’yı yargılar hem suçsuz olduğuna inanır. Ancak hakikatle yüzleşmek isteyen bu adamı, kral tanrı veya peygamber olan İsa, ikna edemez. İsa “ben tanrıyım” iddiasıyla ölür veya göğe çekilir, Pilatus, Romalılara onun “suçsuz “olduğunu söyler ama teslim etmekten de çekinmez. Zira İsa ona hakikati gösterememiştir. Bugün Avrupa filozoflarının tümü Pilatus’un bulmak istediği hakikati aramaktadırlar. Ancak hiçbiri bulamamıştır. Pilatus “hakikat nedir” diyerek doğru soruyu sormuş, ancak İsa doğru cevabı verememiştir…

İsa’nın doğru cevap veremeyişi, Avrupa aydınını iki bin yıldır kriz yaşatmaktadır. Gönül ve ruh sancısı çeken Avrupa, hep beklenti içinde doğru sorunun doğru cevabını almak İsa’nın yeniden yeryüzüne inişini beklemektedir.  Çünkü ikin bin yıldır İsa’nın lanetiyle yaşadıklarına inanmaktadırlar.  Şatov bu ruh halini Avrupalı aydın ve sanatçılar üzerinden verirken şöyle der: “Tüm Avrupalıların, yeni başlangıcın zaferine(Aydınlanma) sevindikleri zaman Fransa’da Musset, Almanya’da Heine, İngiltere’de Byron toprağın ayaklarının altından kaydığını duyumsamıştır.  Heine, ‘Ah güzel dünya iğrençsin!’ diye haykırmış, Musset, dehşet içinde şöyle demiştir: ‘Mezarında rahat uyuyor musun Voltaire? Çıplak kemiklerinin üstünde yılanvari bir biçimde o iğrenç gülümsemen hâlâ duruyor mu?  Diyorlar ki senin çağın seni okumak için fazlaca gençti; bizim çağımız –sizin damak tadınıza uygun oldu; sizin insanlarınız doğdu. Gece gündüz kendi ellerinizle inşa ettiğiniz o devasa bina da bizim üstümüze yıkıldı. Ölüm, sen ona kur yapıncaya kadar seksen yol boyunca sabırsızlıkla bekledi seni; anlaşılan sevdiniz birbirinizi müthiş bir aşkla! Byron hiçbir zaman bir cinayet işlemek zorunda kalmadığına yakınmıştır. Bir cinayet işledikten sonra bir insanı neyin heyecanlandıracağını deneyimlemek için neler vermek istemezdim ki diyen Byron, hayatını kendine ve tüm insanlara yönelik tiksinme duygusu ile dolu, akıldışı çileli nöbetlerle tüketmiştir.”

Avrupalı aydın ve sanatçıları bundan daha güzel ifade eden bir tanımlama olamaz. Byron’un cinayet izleme deneyimini Tolstoy savaşlarda adam öldürerek, hayvan avlayarak tecrübe edinmiştir. Dostoyevski Byron’un deneyimlemek istediği cinayeti Raskolnikov’a işleterek rahatlamıştır. Shakespeare, Sezar'ı öldüren Brutüs’u birincil kahraman yapıp,  “yüreğimin sesini dinledim” diye söyleterek bu duygusunu dile getirmiştir. Nietzsche, bütün bu aydın ve sanatçıların kaçamak yaparak, başka maskelere bürünerek yapmak istediklerini en cesur ve en erkekçe bir tavırla “Tanrı ölmüştür” diyerek dile getirmiş; böylece Avrupalı aydın ve sanatçıların iki bin yıldır bekledikleri İsa’nın gelmeyeceğini müjdelemiştir. Eğer bir mucize bir keramet bağlamında olaya bakarsak, Nietzsche, İsa’dan daha büyüktür. Çünkü İsa’nın cevabını vermekten kaçındığı hakikatin ne olduğunu ondan binlerce yıl sonra “yalan” olduğunu Nietzsche haykırarak göstermiştir. İsa “ben tanrıyım” demiş ancak gerisini getirememiştir, bu yüzden ileri sürdüğü hakikati ispatlayamamıştır. Ancak Nietzsche, “tanrı” yani “İsa öldü” diyerek hakikati ortaya koymuştur.