İyi insan olmak nasıl bir şeydi? Ah, ne tatlı bir illüzyon! Sanki bir çabayla, birkaç faziletli jestle, ruhun karanlık mağarasına ışık tutulabilir gibi. Çaba harcamalı mıydık peki? Elbette, yoksa nasıl pazarlayacaktık kendimizi şu ucuz insanlık panayırında? İnsan olduğumuzu başkaları nasıl anlayacaktı? Bir gülümseme mi, bir fedakârlık mı, yoksa sosyal medyada paylaşılan o yapmacık "iyilik" fotoğrafları mı? Anladıklarında tepki ne olacaktı: Alkış mı, yoksa arkadan atılan bir hançer mi? Son kertede, bu uğurda özel çaba mı lazım? Tabii, yoksa nasıl ayrışacaktık şu sürüden, şu ikiyüzlü kalabalıktan?
Bu sorular, elbette durduk yerde doğmaz; onlar, varlığın ironik kahkahalarıdır. İyi olmak doğuştan mı, sonradan mı? Hâlâ bilmiyoruz, zira bilim bile bu komedide rol kapmış. Doğuştan melek bir yavrucak, toplumun çarklarında öğütülür de canavara dönüşür –bakınız, o masum bebekler nasıl diktatör olur!
Tersine, doğuştan şeytanın en sadık kulü, bir "aydınlanma" numarasıyla melekleşir –ah, o tövbe sahneleri, ne kadar dokunaklı! "Şunu yapma, bunu yap" diye vaaz versek, Gerçeklik –o kurnaz, o alaycı Gerçeklik– suratımıza tükürür, bizi maskara eder. Zira formül yok; iyilik, bir reçete değil, bir şaka.
İyi insan olmak, bir ideal mi yoksa bir maske mi? Filozoflar asırlardır bu oyunu oynar: Sokrates erdemin bilgiyle doğduğunu sanır, ama cahilin iyiliği onu madara eder. Platon'un ideaları gökte uçuşur, mağara adamı ise gölgelerle yetinir –iyi mi olur, yoksa daha mı aptallaşır? Konfüçyüs ritüellerle cilalar insanı, Nietzsche ise "iyi"yi efendinin kırbacı ilan eder. Bizde Yunus "Yaratılanı severim" der, ama o sevgi, çoğu zaman bir bahane; Mevlâna döner semada, biz ise yerde birbirimizi yeriz. Çaba mı? Evet, ama fazla çaba, bir palyaçoluk doğurur: Yapay iyilik, sahte bir gülücük...
Düşünün, insan doğuştan iyi mi? Rousseau'nun vahşi masumu gibi, toplum mu kirletir bizi? Yoksa Hobbes'un kurtlarıyız, zincirlerle mi "iyi" oluruz? Tarih, bu trajikomik örneklerle dolu: Doğuştan iyi bir sanatçı ruh, kitlelerin gazıyla Hitler'e evrilir –ne ironik! Bir katil ise, ani bir vicdan kriziyle azizleşir –Pavlus vari bir numara! Sonradan kazanılır mı peki? Eğitim, acı, deneyim mi? Ama işte tuzak: "İyilik için şunu ye" demek, Gerçeklik'i kızdırmak. Bir iyilik, başka yerde kötülük doğurur; fedakârlık, gizli egoizm olur. Formül arayan, aptal yerine konur.
Başkaları insanlığımızı nasıl anlayacak? İşte en keskin hançer! İyi olmak, bir sahne mi? Empati, bir ayna mı yoksa bir tuzak mı? İnsan, başkalarının bulanık gözlerinde kendini arar –ama o gözler, çoğu zaman kıskançlıkla kamaşır. Anladıklarında: Hayranlık? Nadir, çabuk solar.
Özel çaba mı? Tabii, ama o çaba içten gelmezse, bir fars olur. Zorlama iyilik, sahte altın gibi erir. İyi olmak, bir süreç derler; doğuştan tohum, sonradan sulama. Ama sulama fazla olursa, boğulur bitki. Gerçeklik bizi mahcup etmesin diye, iyiliği mutlaklaştırmayalım –o, göreceli bir şaka. Kendimiz için çabalayalım, başkaları anlamasa da. Zira iyi olmak, karanlıkta kendi kendine gülmek gibi: Kimse görmese de, en azından maske düşmez.
Ve o ışık? Belki yol göstermez, ama en azından kendi aptallığımızı aydınlatır.