ÖYKÜ

Eylül'ün ilk haftası, bağ bozumu günleriydi...

Gecenin geç vakitlerinde orta yaşlı, beli bükülmüş bir vaziyette köyün daracık sokaklarında köy evinden çıkmış, köy konağına doğru yürüyordu. Düşünceliydi... Belki askerlik anılarını, belki ertesi gün ormandan keseceği ağaçları plânlıyordu. Belki de oğlanı... Kız istemeye gideceklerdi. Oğlu Ahmet, komşu Yukarıçavuş köyünden Ümmühan'a gönlünü vermişti. Ahmet de babası ve dedesi gibi ormancılıkla geçinen yoksul bir gençti. Ümmühan, çocukluk sevdalısı idi. Arada bir kaçamak bakışların dışında hiç konuşamamış, bir "Nasılsın?" bile diyememişti. "Ama, olsun" diye iç geçirdi. Kara saçları, zeytin gözleri ve keklik yürüyüşü ile Ahmet'in gözünde ve gönlünde bir sultandı. Ormancı babanın ormancı oğlu Ahmet için Ümmühan, bir prensesti. Ondan başkasını gözü ne görür, ne de arardı...

***

Genç Ahmet'in babasına köylüler, "Muharrem Dayı" derdi. Muharrem Dayı; yardımseverdi, sesi soluğu pek çıkmaz, nadiren konuşurdu. Hep dinler, arada bir kısa cümlelerle söyleşilere katılırdı. Kimin derdi varsa da elinden ne gelirse koştururdu. Belki de onun için "Dayı" lâkabı uygun görülmüştü. Muharrem Dayı, köy evlerinin pencerelerinden sızan gaz lambaları ile ayın ışığından yararlanarak yamrı yumru köy yolundan kıvrıla kıvrıla köy konağına gitmeye gayret ediyordu. Arada bir çukurlara düşüyor, taşlara ayağının takılmaması için de hep önüne bakıyordu. Ne gezer, şimdiki gibi yol aydınlatması. Herkesin evinde bir gaz lambası varsa, mutluluk vesilesi idi. Köyün nispeten zenginleri olarak görülen bir iki ailede de pilli el lambaları vardı. Bir el lambası olsa idi Muharrem Dayı, yolunu daha iyi bulacak ve eziyet çekmeden konağa varabilecekti.

Kendi kendine söyleniyordu:

- Hele, iki katır odun sarar şehirde satarsam, bu sefer bir el lambası alacağım.

Handırı köyü, Çankırı şehir merkezine 24 km. uzaklıkta merkeze bağlı en yakın orman köyüdür. Geniş arazili üzüm bağları yoktur. Buna rağmen, üzümler bağ bozumuna hazır olunca, köylüler hep birlikte kağnılarını, varsa at arabalarını hazırlar ve birlikte bağ bozumu yaparlardı. Bu zaman, ya Ağustos'un sonları ya da Eylül'ün ilk haftasına denk gelirdi. Nitekim Eylül'ün altısı pazar günü bağ bozumu yapılması için karar alındı. Her haneden birer, ikişer temsilci bu amaçla köy odasında toplanmıştı. Köyün muhtarı Ali İhsan, Düprüşgillerden Hasan, Mavligillerden Nurettin, Yakarlardan Sabri, Solmazlardan İbrahim Ağalar başta olmak üzere 30 kişilik bir grup, köy odasında söyleşi ve istişare yapıyordu.

Muhtar:

- Ağalar, bu pazar bağlara gireceğiz mi? Nasıl biliyonuz? Bi söyleyin de bilelim.

Nurettin Ağa:

- Valla, bilmem ki, diye söz aldı. Bağda pek üzüm de yok; emme, az olan üzümü bari toplayalım. Telef olmasınlar, dedi.

Sabri Ağa:

- Toplayalım, toplayalım; emme, bağa girmişleyin imece usulüyle çocuklara şenlik de olsun. Bizim âşık Ömer de sazını getirsin, Hörtgöbeğin Hüsnü de gençlerle bize oyun çıkarsın derim, dedi.

Kadim Anadolu geleneği, Handırı köyünde bir kere daha tecelli ediyordu. Eski Grek tanrısı Dionysos adına düzenlenen Dionysos şenlikleri gibi şenlikler yapılıyordu. Bu sefer, bağ bozumu tanrısı Dionysos adına değildi, şenlikler... Ama, kadim kültür, coğrafyada yansımasını gösteriyor ve nesillerden aldığı mirası, geleceğe taşıyordu.

***

Karar verilmişti, Âşık Ömer sazıyla katılacak, Hörtgöbeğin Hüsnü de arkadaşlarıyla seyirlik oyunlarla şenliğe renk katacaklardı. Ve beş gün sonraki pazar günü köylü bağlarını bozacaktı. Hiç olmazsa, kışlık pekmezlere, belki de şehirde satabilecekleri bir miktar üzüme sahip olacaklardı. Hem bir de, şenlik vardı... Daha ne olsun!...

Köy odasında bu söyleşi devam ederken, toplantıya geç kalmış Muharrem Dayı da, ay ışığının aydınlattığı gecenin karanlığında adımlarını hızlandırmaya başladı. Zihninde  sanki karıncalar geziyordu. Bir taraftan oğlu Ahmet'e Ümmühan'ı nasıl isteyeceklerini, öbür taraftan ise, ertesi gün yapacaklarını, bir diğer taraftan da toplantıya gecikmesinden köylünün keseceği cezayı...

Muharrem Dayı, içinden konuşmaya devam ediyordu:

- Sabah, köyün tellalı Çörtüğün Halil, köy konağındaki toplantıyı sağır sultanın bile duyabileceği sesle duyurmuştu. Şimdi ben, ne yapacağım. Köylünün dilinden nasıl kurtulacağım? Bakalım ne ceza verirler? Baklava, börek cezası vermeseler de, bari imeceye gönderseler. Valla, bir gün çalışmaya hazırım.

***

Handırı köyü ve civarında çok eski dönemlerden beri bir gelenek yaşatılmakta idi. Yâren geleneği... Aslında bu gelenek yüzyıllar öncesinden gelen sadece Handırı köyü ve civarında değil; Türk kültürünün yaşatıldığı her coğrafyada görülen bir gelenekti. Ahilik kurumuna kadar dayanıyordu. Toplumsal düzeni ve yardımlaşmayı güçlendiren bir gelenekti. Köyün ve şehirde mahallelerin gençlerinin bir araya gelip kurdukları bir sosyal kurumdu. Her hafta Yâren odalarında toplanırlar ve geçen haftanın sorgulamasını yaparlardı. Handırı'da askerliğini yapmamış erkeklere nasıl kız verilmezse, Yâren meclislerine katılmamış erkeklere de kız verilmezdi. Yâren meclislerinin oluşturduğu kurallara uymayanlar da cezalandırılırdı. Muharrem Dayı da, toplantıya geç katılacağından endişeleniyor ve bir ceza almaktan ürküyordu.

***

Bu karışık duyguların beyninde at oynattığı bir anda, Muharrem Dayı, camiye yaklaştığını ve cami avlusundaki musalla taşının arkasındaki beyaz silüeti fark etti. Bir an durdu; iki metre uzunluğunda yarım metre genişliğinde bir görüntü hareket halindeydi. Muharrem Dayı, tir tir titremeye başladı. Dakikalar öncesinde yaşadığı bütün düşünceler ve korkular gitmiş; yeni bir ürküntü ile karşı karşıyaydı.

- Aman Allah'ım! Bu ne ola ki, diye sadece kendinin duyabileceği biçimde mırıldandı.

- Aha, bir evliya olsa gerek. Eğilip kalkıyor; herhalde namaz kılıyor, diye içinden geçirdi. Yavaş adımlarla, geri geri çekilmeye ve yolunu değiştirerek konağa yönelmeye başladı.

Musalla taşından ve beyaz silüetten uzaklaştıkça adımlarını daha hızlandırdı ve nihayet köy konağına girdi. Ürkmüş, korkmuş ve titrek bir sesle:

- A a ağa lar, mu mu musal musallada bi bir ev evli ya evliya var. Na na na maz kılıyor!

Köylüler, onun bu haline bir anlam veremediler. Sadece, önemli bir olayın olduğunu sezdiler.

Muhtar Ali İhsan:

- Muharrem Dayı, ne oldu? Anlat bakalım.

Mavligillerden Nurettin:

- Hele bir otur. Ne evliyası, ne namazı?

Muharrem Dayı, nutku tutulmuş, kekeme insanlar gibi, titreyerek ve heceleri tekrarlayarak sözüne devam etti:

- Val valla, Nu nu rettin A Ağam, bi şey şey şey  gö - r - düm düm. Mu mu sal lada bir bir hort hortlak mı de sem, bir ev ev liya evli ya mı desem bir şey şey gö gör gör dü düm.

Köylü birbirinin yüzüne baktı; Muharrem Dayı'nın ne dediğini tam anlamasalar da korktuğunu iyice bildiler. Köyün cami imamı da odadaydı. O söze girdi:

- Ey cemaat-i müslimin! Hep birlikte çıkalım, musallaya gidelim, bi bakalım ne varmış? dedi.

Muharrem Dayı'nın halinden etkilenmiş olsalar ki, odada bulunan bütün köylüleri de derin bir merak, endişe aldı. Grup psikolojinden destek alarak, köy odasından birlikte çıktılar ve musalla'ya doğru yol aldılar.

Köy imamı önde, köylü biraz daha geride cami önündeki musallaya yaklaştılar. Muharrem dayının gördüğü gibi, aynı beyaz silüeti onlar da gördü. Ay ışığının aydınlattığı gece karanlığında musallada beyaz örtülü biri namaz kılıyordu.

İmam:

- Arkadaşlar, yavaş yavaş yaklaşalım. Ben okuyacağım, siz de içinizden "âmin" deyin. Eğer bu evliya ise, kaybolur gider. Korkmayın, evliyanın bize zararı olmaz.

Sabri Ağa:

- Tamam, biz âmin deriz.

Hasan Ağa:

- Deriz tabii.

Tellal Çörtüğün Halil:

- Aman hocam, ne yaparsan yap, bizi kurtar.

Cemaat yaklaşıyor; ama namaz kılan insan silüetindeki evliya kaybolmuyordu. Evliya tarafından çarpılma korkusu gittikçe artıyor; ama, siliüt kaybolmuyordu.

Nihayet, iyice yaklaştılar. Artık namaz kılan evliya silüeti kendini iyice belirtti. Belirtmesiyle birlikte de, sesler artık mırıltıdan öteye geçti. Bağrışmalar, gülüşmeler, sataşmalar birbiri ardına geldi.

İmam:

- Yahu bu Dürbüşgillin Yirik İsmail'in kır katırı...

Sabri Ağa:

- Aman arkadaşlar, bu olayı kimseye duyurmayın. Hele komşu köylerin haberi olmasın. Valla, bizi defe koyarlar.

Hasan Ağa:

- Koymazlar mı? Hem de nasıl? Bize, "katıra namaz kılan adamlar!" derler.

Muhtar Ali İhsan Ağa:

- Eeee, ne yapacağız?

İbrahim Ağa:

- Ne yapacağı var mı? Unutacağız, kimseye bahsetmeyeceğiz.

***

Köylüler, artık korkuyu geride bırakmış, bu sefer de yaşadıkları cehaletten kurtulmanın yollarını arıyordu. Evliya zannettikleri kır katıra namaz kılmanın cezasının kesileceği ve alay konusu olacaklarını biliyorlardı. Nitekim, bu olay, 70 küsür yıl geçmesine rağmen; bütün komşu köylerde gülmece konusu olarak hâlâ yâd edilmektedir.

Cehalet böyledir. Bilgi ve bilinç ise, cehaletin düşmanıdır. Köylüler, bu düşüncenin doğruluğunu, kötü deneyimle test ettiler ve kır katırın olayı hiç unutulmadı.

Prof. Dr. Ahmet KIYMAZ