Gün ağarmış, katreler yanaklara süzülüyor, siyah ile beyazın anlamı keskinleşiyordu.

Bayram sabahı idi, sevinç yerine kederli iki küçük yürek;

_ Nereye gidiyoruz anne?

_ Anne bizi bırakmayacaksın değil mi?

Hıçkırıkları bastıran bakışlar, azarlamalar, iki saatlik bir yolculuk, büyük bir bina, sert bakışlı adam ve gülmeyen gözler.

_ Çocuklar size emanet müdürüm cümlesi ile yitirilen çocukluk.

İki çocuk, feryatlar faydasız, birkaç gün sonra geleceğim yalanı, ayrı katlara düşen iki kardeş, bir daha kavuşamayacağı günlerin selamı idi...

Bir yıl sonra erkek olanın evlatlık verilmesi nedeni ile iki kardeş yan yana getirilmişti. Bırakıldıkları yetimhanenin kasveti gözlere sinmiş, endişe dizilmişti kirpiklere...

Geleceğim diyen gelmemiş, kan bağından ayrılmak zor olacaktı Lamiaya...

__Ayırmayın bizi, nereye götürüyorsunuz abimi?

Feryat figan, çaresizlik, ayrılığa derman olmuyordu. İki kardeşin sarılması kısa sürdü, ayırdılar. Bir kadın abisini götürüyordu.

_ Nereye gidiyorsun abi, beni bırakma, senden başka kimsem yok!

_ Seni bırakmayacağım, İstanbul'a götürüyorlar beni, büyüyünce gelip bulacağım seni.

_ İstanbul neresi?

_Martıların şehri, ağlama, söz veriyorum seni bulacağım!

_ Söz mü?

_ Söz, martıları görünce onlara sor beni, onlar seni bana getirecek. Hadi saklanbaç oynayalım, sen say ben seni bulacağım.

Gittikçe uzaklaştı, koridor öyle uzun gelmiştiki, koşmak istedi olmadı, bağırmak istedi olmadı.

Yanağına inen ağır tokadın etkisi, kaldığı odanın camına koşup, dışarıya baktı. Abisini siyan büyük bir arabaya bindirdiler. Camlarından içerisi gözükmüyordu.

Yine bir bayram ve abisinide kaybediyordu.

Araba caddenin çıkışına gidene kadar baktı, kalbi titriyor, sahipsizlik iliklerine işliyordu.

Günler ayları kovaladı, birbuçuk yıl sonra oda evlatlık alındı.

Gittiği yere ait olmuş, sığıntı gibi eli can etmişti.

Aylar yılları kovaladı.

Soğuk duvarlar, altını ıslattığı geceler, dayaktan bayıldığı hatıralar zihninde unutulmayacak izler bırakmıştı.

Aklı abisinde, yaşadığı hayat ile kabullendiği kader arasında sıkıştı kaldı.

İstanbul en sevdiğini almıştı.

Zorluklar onu zirveye taşırken, yıllarca aradı durdu canını, ne bir iz, ne bir ses...

Ölüsü, dirisi yoktu.

Yer gök indi, dualar, adaklar, mucizeler fayda etmedi, martılar söyleyemedi...

Sevdası İstanbul oldu Lamianın, İstanbul yüzlü abisini kaybetmişti.

Kimi özel etse, kalben sevse İstanbul'a benzetti.

Kalbine sürur, huzur yanını aradı, durdu.

Hasret kaderi olmuş, hiçbir yerde tamamlanamadı, savruldu durdu. Gönlü mülteci, martılar ve papatyalar sevdası oldu.

Masalını anlatsa inanılır gibi değildi. Çöl gibi lakin bahar gamzesinde, güneş gözlerindeydi.

Terk edilmenin acısını iyi bildiği için terk edemiyordu.

Tek başınalığın güçsüzlük olduğunu görüp, nerede bir yalnız görse ona gökyüzü oluyor, martı misali kanat ekliyordu.

Tek kanatla uçulmayacağını öğrenmişti.

Deniz gördüğünde başını göğe kaldırıyor, martılara gizlice sesleniyordu;

_ Ey Martılar!

_ Kaybettiğimi bulmama yardım edin, edin ki tamamlanayım.

_ Aradığıma götürün.

_ Bitsin bu saklanbaç oyunu...

Ömür aktı, Lamiya büyüdü, evlendi, çoluk, çocuk, ellere karıştı karışmasınada mülteci oldu yüreğine, razı geldi verilene...

Bayramlar geldi geçti.

Her bayram kabardı yüreği, sevinemedi, düğümlendi boğazı, namluya sürdü hislerini, var olma savaşında mücadele ederken çığlıkları, harfleri, renkleri herseyi idi...

Sevmeye korkuyordu, gidecekler, terk edecekler diye, sakladı hakikatini, sır oldu dünyasına, etrafı gördükleri ile bildi, tanıdığını sandı.

Dağlar gibi yüce idi, içinde lavları ile...

Gökyüzünde süzülüyordu emekleri, sesi, nereye gitse anlaşılamadı; koşturmacaları, kalabalıkları yar eyledi kalbine

Tenhalık korkusuydu, yalnızlık kabusu, hayatı umduğundan kalabalıktı.

Kalabalıklar içinde yalnız, gülüşü imdat sireni oldu.

Mavi denizlerin hırçın dalgaları, martıların çığlıkları gibi...

Sahi martılar onu duyuyor muydu?

Söyleyin ey martılar, bayram nedir?

Sultan Özateş / Ayaz Tutan Hikayeler

Bir kuş ve su kütlesi görseli olabilir