O küçücük yaşımıza rağmen yumuşak dış yüzeyine dokunurken narin ve dikkatli olmamız gerektiğini bilirdik...

Yavaş sakin halleriyle ne çok keyif alırdık onları izlerken...

O küçücük yaşımıza rağmen yumuşak dış yüzeyine dokunurken narin ve dikkatli olmamız gerektiğini bilirdik...
Yaprağın en güzelini en tazesini arayıp bulurduk onlar için... Yaprağa attıkları her ısırığın bıraktığı yarım ay şeklindeki izleri dikkatle izlerdik... Tabi o zamanlar balıktı, akvaryumdu, türlü türlü oyuncaklar da pek yaygın değildi... Ya da varsa da biz bilmezdik bilsek de umursamazdık çünkü biz sokaklardaki oyunların keyfini hiçbir şeye değiştirmezdik...
Sokağın bize sunduğu ağaçlar, kiremitler, çakıl taşlarıyla birlikte top ve atlama ipi eldeki hazinelerimiz gibiydi... Bir de mahallenin kedileri, köpekleri, tavukları, ikide bir arkamızdan kovalayıp bizi tartaklayan kazları, komşunun uçan çifteleriyle meşhur keçisi de misafir oyuncu niyetine ara ara oyunlarımıza zamansız dalanlardı... Ha bir de tekerlekli tezgahlarıyla mahalleleri gezip şambali, pamuk şeker, darı, dondurma, gevrek, boyoz  satan satıcılarımız vardı... En enteresanı da mahalleleri gezen ayı oynatıcılarıydı... Şimdi bile aklıma geldikçe gülüyorum o nasıl bir vahşetti öyle... Vahşi ayısını yanına alan adam mahalleleri geziyordu biz çocuklarda onların etrafını sarıp “kadınlar hamamda nasıl bayılır göster bakayım oğlum..” ve türevinde çeşitli sahneleri keyifle korkmadan izlerdik... Sonrada sahibinin şapkasını alıp aramızda dolaşıp para toplardı ayılar... Olayın trajikomik bir enteresanlığı da vardı; hadi biz küçüktük ve akılsızdık diyelim büyüklerimiz de hiç düşünmezdi bu ayılar minnacık çocuklarımıza ya saldırırsa diye!
Komik ama tiyatro ve sanatla ilk tanışmamıza vesile olanlarda yine o ayılar ve oynatıcılarıydı... Daha dört beş yaşımızda sokaklarda ayıların sahnelerini izleyerek tanışmışız tiyatroyla ve alkışlamaya aslında...
Velhasılı kelam bunca toz, toprak, tükürükle temizlediğimiz yara-bere, vahşi yaşam içinde bol yaramazlık ve sonsuz huzur dolu geçirdiğimiz çocukluk günlerimizin belki de en akıllı uslu işiydi “İpek Böceği’ni dut yaprağı ile besleyip büyüyüp sonrada kendi etrafına koza örmesini ve günler sonra o kozadan tombul bir kelebek olarak çıkıp uçuşunu izlemek... Çok keyifliydi çoookk...

Hafta içi Diyarbakır Tarım Müdürü Mustafa Ertan Atalar ile Diyarbakır işareti alan İpek Şal’ı ve İpek Böceği yetiştiriciliğini konuştuk...
İpek Böceği yetiştiriciliğinde Kulp ilçesi Türkiye ipeğinin yarısını üretiyor... İlçede bu yönde önemli çalışmalar yapılıyor ve üretilen şallar, kravatlar muhteşem... Ağırlık verilen ürün ise elbette Diyarbakır İpek Şalı...
İtina ile elde edilen kozalar ince işlemler sonunda ipeğe sonrasında da rengarenk ipek şallara dönüşüyor...
Türkiye ipeğinin yarısını üreten Kulp ilçesinde bu konuda ciddi bir bilinç uyandırılmış, kadınlar üretimin her aşamasında heyecanla çalışıp üretim yapıyor lakin diyerek dilimin altındaki baklayı tam da burada çıkarmak istiyorum müsaadenizle... Son yıllarda Doğu ve Güneydoğu illerimizde valilik-belediye bünyesinde önemli ölçüde meslek edindirme kursları açıldı... Kursiyerler ilk etapta büyük ilgi gösterse de son süreçte bu ilgiler hayal kırıklığına dönüşmeye başladı ve kurumlar boşalmaya başladı... Çünkü önce öğrenme heyecanı vardır sonra da kendi emeğinle üretmenin mutluluğu... Öğrenme ve üretme aşamalarından bir süre sonra destek alarak kazanmak ister insan... Kazanmak, işini büyütmek, markalaşmak, pazarlara açılmak... Belediye-valilik destekli açılan kurslar maalesef kazandırma boyutuna bir türlü geçemedi! Bununla birlikte boş kalan kursların masrafları, boşa ödenen maaşlar, kursiyersiz ay dolduran personel vs derken bu kurumların astar tutarı kumaşı da heba etti...
Halbuki bu tür üretim alanları kendi şehrinden başlayarak destek-marka-pazar-satış-kazanç odaklı olursa döner sermayesi ile kendini çevirip devlete de yük olmaz...
Şehirlerin kurumlarının hediye kalemleri vardır. Kurumlar bu hediyeleri kendi şehrindeki üretimlerden karşılasa hem kursiyer kazanacak hem de şehrin tanıtıma katkısı olacak...
Bununla birlikte büyük markalarda sosyal sorumluluk adına dezavantaj illerdeki üreticilere desteğini sunmalı... Misal Diyarbakır’daki İpek Böceği ve Diyarbakır İpek Şal üretimi bu yöndeki markalardan vizyon-üretim-profesyonellik desteği alsa mevcut durumdan çok daha iyi noktalara taşınır ipek üretimi...
Yada TOBB kendi bünyesinde her dezavantajlı şehri bir büyük markanın himayesine küçük kardeş niyetine verse ve o marka kardeş şehrine kendi alanında desteklerini sunsa fena mı olur? Elbette fena olmaz muhteşem olur...
Tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi; sokağın büyükleri mahallenin küçüklerini her daim korur, gözetir, sahip çıkar, hata yapmamaları konusunda yönlendirdi. Ta ki sokağa alışana, kendini ve kendinden küçükleri korumayı öğrenene kadar... Bayrak yarışı misali devam ederdi bu koruyup kollama rutini çünkü mahallenin gücü, huzuru, mutluluğu hepimize misliyle yansırdı...