Dünya tarihine bakıldığında dost ve düşman olarak tanımlanan milletlerin ve devletlerin safları, mevzi çatışmalara taraf olmak dışında elli, yüz yıllık dönemlerde çok fazla değişiklik göstermez.
Milletler tarihinde “BATININ”, DOĞUYA” son bin yılda kadim düşmanlıklarının temelinde en belirleyici güç “din” yani “dini inanç ve kabuller” olmuştur.

1100’lü yıllarda Kıta Avrupasında feodalite hakimdir.Kontlar, Baronlar geniş toprakların sahibidir. Katolik kilisesi “dini” otorite olarak en güçlü dönemini yaşamaktadır.

Frank, Cermen ve Norman kontlarının, baronlarının “Katolik kilisesi” nezdinde gücünün ölçüsü Müslümanlardan geri aldıkları topraklar ve öldürdükleri müslümanların sayısı ile doğru orantılıdır.Çünkü Katolik kilisesi öldürülecek her müslüman için “günahlardan af kağıdı ve cennetten arsa vermeyi” Kilisenin Tanrı (!) buyruğu olarak o yıllarda ilan etmiştir. Kontlar, Baronlar arasında bu amaca yönelik yarış çoğu zaman kendi aralarında da kanlı iç çatışmalara sebeb olmuştur. Hatta bazen gizli gizli bir birlerine karşı çok zora düşüp dağılmak üzereyken, bazı müslüman sultanlarla işbirliği dahi yapmaktan geri kalmamışlardır.İlk hedefleri Sicilya olmuştur.1090’lı yıllar !.. Sonra “Endülüs” yani “İspanya” ve tabi kadim ve de bitmeyen kinle esas hedefleri Kudüs yolu üzerindeki “Türklerin yurtları: Anadolu, Ortadoğu”!..

Geçen iki dünya savaşına rağmen bin yıl sonra aynı coğrafyalar yine kanlı bir savaşın eşiğinde saflaşıyorlar.

Haçlı seferlerinin kutsal hedefi KUDÜS’ün Latin ve Frank kontlarınca 1100’lü yıllarda 90 yıl süren işgali döneminde de SELÇUKLU TÜRKLERİ, Haçlı savaşlarında “millet” olarak bütünlüğünü bozmadan tek cephe olarak direnen ve set olan tek millet olmuştu.
Maalesef Arapların hırıstiyan kesimi ile ve bazı müslüman (!) Araplar’da dünyalık menfaatler ve makamlar karşılığı “Latin Hırıstiyan kontlarla” işbirliği yapmışlar ve Türklere karşı savaşmışlardır.
Fırsat bulan arkadaşların Haçlı seferlerini doğru kaynaklardan siyasi tarafları açısından tekrar okumalarını tavsiye ederim.
Birinci dünya savaşında ki Şerif Hüseyinin, Lavrens ile işbirliği yaparak Türk Ordularını arkalarından vurmaları bilinir ve çok konuşulurda 850 yıl önce de haçlı savaşlarında ki bazı Arap kabilelerinin ihanetleri ve Kudüsün fethi için yola çıkan “hırıstiyanlar” ile o yıllarda ki işbirlikleri pek bilinip hatırlanmaz.

Bugün de değişen bir şey yok.
Bin yıl öncesinin Ortadoğu siyasi haritasında, Türklerin Haçlılara karşı cephesinde kim dost, kim düşmanlarımızla işbirliği yapmış ise bugünde aynı tablo çok fazla değişmeden aynen karşımızda.

Yine Araplar parçalı ve Hırıstiyanlarla müttefik.
Yine Farslar pusuda, ince taktikler peşinde ve “Şia” adına mevzi kazanmak için hesap kitap içinde.

Bugün Orta Doğuda keskinleşen taraflar inanç bazında Şiiler, Sünniler ve Yahudiler ile Evangelistlerin liderliğinde Hıristiyanlar gözüküyor.Dün Yahudiler, Selçukluların korumasında idi.Ve Kudüste ilk Latin işgalinde Nazilerin yaptığını aratmayan bir zulme ve katliama uğradılar. Bugün kadere bakın ki Yahudiler, Evangelistler ile birlikte kanka !..

Fakat Hırıstiyan Batı dünyası ise “devletler” noktasında farklı ve çapraz ittifaklar kurmuş durumda.
Siyasi duruş ve konumları açısından uzun analiz ve iddalar yapılabilir ve tartışılabilir.
Fakat benim dikkat çekmek istediğim esas nokta “klasik bilinen inançlara, dinlere ve mezheplere” göre görünen safları analiz etmek değil.
Bugüne kadar bilinen “din” savaşlarından farklı olarak bugün, “üç dinin” kendi içinde ki ciddi ve etkin taraftarlarının, ortak bir paydada ittifakla kurdukları savaş planlarının “teopolitik” noktadan analizidir. Bu hususlar ve bunlara bağlı konular siyasi gündemimizde ciddi ve derinlikli olarak maalesef çok yer almıyor.

ABD Siyasetine hakim olan Evangelistler “MESİH” beklentisinin ve inancının gereği KUDÜS merkezli Ortadoğu siyasetinde varlar.Bunu gizlemiyorlar.
ABD siyasetinin şahini “Pens” dünya evangelistlerinin lideri.
ABD’nin tutuklu Evangelist bir papaz için yaptıklarını hatılayın.
ABD, Evangelist siyaseti Regan döneminden beri “ Orta Doğuda olacaklarına inandıkları kutsal savaşları “ARMEGEDDON” beklentisi ve hazırlığı içinde.

İran zaten “Şii” inancının siyasi hedefi “MEHDİ’yi” beklemekte ve ona hazırlık yapmakta.Ve bunu her seferinde siyasi, dini ağızlarından ilan etmektedirler.

Yahudiler ise “ağlama duvarı” önünde her gün ha bugün ha yarın “Mesihi” beklemekteler.

Evangelist Hırıstiyanlar ile Şii ve Yahudilerin ortak imani hakikati olan “MESİH ve MEHDİ” beklentisine karşı Sünni olarak tanımlanan Müslümanların durumu nedir ?

İlk önce hemen şu hususu netleştirelim.
Her üç cephede de beklen bir “ilahi teçhizatlı kurtarıcı” var.
Bu hepsinde ortak, kesin ve imani şart olan bir inanç. “Mehdi’yi” beklemeyen Şii, zaten Şii olamaz.Mesih’i beklemeyen “Evangelist” de “Evangelist” olamaz ve Evangelistlerce beklenen o “mesih” bizzat Hz. İsa’nın kendisidir.
Kendi mesihinin geleceğine inanmayan Yahudi’de gerçek bir Yahudi olamaz.
Yahudiler tam 2300 yıldır kurtarıcı “mesihlerini” bekliyorlar.
İki dinin ve İranda yoğunlaşan ve de diğer Arap ülkelerinde yoğun nüfuza sahip olan Şia Mezhebin ortak yanı, bir kurtarıcının geleceğine olan vazgeçilmez ve imani şart olan inançlarıdır. Ve bu
“kurtarıcının” gelmesinin zamanınında da çok yaklaştığına heyecanla inanılmakta ve beklenilmektedir.
Beklenen “ilahi mesaj ve mucizeler ile donatılmış” bir kurtarıcıdır o.

Peki sünni diye tanımlanan ve şii’ler dışında kalan bizim coğrafyamızda ki müslümanların bu beklenen “Mehdi” konusunda ki görüş ve ittifakı ne ? Bu konuya siyasal, sosyal ve dini inanç temelinde yaklaşımları ne?
Bu konu oldukça karışık ve konunun tarafları çok dağınık.
Bizim toprakların “MATURİDİ ve HANEFİ” gibi çok sağlam ve güçlü inanç nirengileri var.
Yaklaşık bin yıldır Türklerin yönettiği bizim coğrafyalarda “yahudi ve şii” kaynaklı bir çok “mesih ve mehdi” kargaşası ve kalkışması yaşanmıştır.
1500’lü yıllara kadar İslam coğrafyasında bu kalkışma ve isyanların sayısı bayağı fazladır.Osmanlı yönetimi bu konudan çok rahatsızlık duymuş ortaya çıkan otorite ve yönetim zaaflarına yol açan bu olaylara bir son vermek için bir çalışma yapmıştır. İslam kaynaklarında yer alan “Mehdi” meselesine yer, zaman, gelişecek siyasi olaylar, ilgili coğrafya ve şehirler, beklenen kişinin kimliği, fiziki şekli ve soyuna yönelik ciddi araştırma yaptırmış ve “sahih hadis” kaynaklarında bahse konu mesele ile ilgili bütün bilgileri toplattırılmıştır.
Günümüze ulaşan ve orijinalleri Süleymaniye kütüphanesinde olan bir kitab var.

El-kavlu’l muhtasar fi alâmat-il mehdiyy-il muntazar. ( Beklenen Mehdinin Alametleri)
Derleyen: Ahmed İbn-i Haceri Mekk-i ( HEYTEMİ )
Süleymaniye Kütüphanesindeki el yazma tek nüshadan tercüme eden: Müşerref GÖZCÜ.
Yayına hazırlayan : Dr.Suat Arusan.

Bu kitap ve bu kitabı kaynak alan şerhleri ve “ahir zaman alametlerini” anlatan hadislerle zenginleştirilmiş kitaplar tüm İslam coğrafyasına dağıtılmış kütüphanelerine konulmuş ve uzun yıllar bu mesele bir daha “sünni dünyanın” gündemine gelmemiştir. Hatta adı geçen bu kitaplardan Hacer El Mekki’nin yazdığı risale İmamı Rabbaninin bir mektubuna konu olmuştur. “Mehdi” beklentisi için soran bir kişiye cevaben bu kitabı kaynak göstermiş ve beklenen olayların henüz olmadığı için “Mehdi” beklentisinin doğru olmadığını kendi yüzyılları için bu meselenin gerçekleşmeyeceğini ifade etmiştir.
Bu konu “MATURİDİ-EBU HANİFE” çizgisinde, “MEHDİ” meselesinin gümdemde tutulması, beklenilmesi ve ona göre hazırlık yapılması, emir ve yasakların, haram ve helallerin, imânın, inancın ve günlük görev ve de vazifelerin kapsamı dışında bırakılmıştır.Red edilmemiş fakat bir rüknün ve kabulün temeline inanç olarak konulmamış, bahsedilmemiştir.Yani üstü örtülmüş “zamana” ve “zamanın” gösterceği delillerin müşahhas olarak dünyada vaki olmasına bağlı olarak ötelenmiştir.
Gerek “Mutasavvıf” ve gerekse “Fakih” hiçbir alim “Mehdi” olayını reddetmemiştir.
“Mesih” ve “Mehdi” meselesi, Şia ve Yahudilerce sürekli canlı tutulmuş ve siyasi yönetimlerince de önemli bir güç odağı olarak güncelliğini hiç kaybetmeden günümüze kadar gelmiştir.. Ve her yüzyılda siyasi istismara açık olarak gündemlerinde tutmuşlardır.
Hatırlayın, Humeyni İran’a mehdi beklentisi ile inmişti !

Osmanlı topraklarında 1700’lü yılların başında Yahudi cemaatinin yaşadığı en büyük “mesih” olayıda, İzmirli Haham Sabatay Sevi’nin olayıdır.Osmanlıyı bayağı uğraştırmıştır.İzmirde başlayan Sabatay Sevinin “mesihlik” iddası bilinen yahudi cemaatlerinin olduğu tüm dünyaya yayılmış ve ciddi sayıda taraftar bulmuştur.Sonrasında Yahudi cemaatini, Osmanlı nezdinde tüzel kişilik olarak temsil eden Hahamların şikayeti sonucu 300 civarı yahudi, Sabatay Sevi ile birlikte İstanbulda yargılanmıştır. Yargılamanın usul ve adaletini Osmanlı sağlamış, fakat suç dini iddalar üzerine olunca Yahudi şeriatına göre ceza verilmesini Yahudilerin üst meclisi olan ve Hz.İsa’ya da ölüm cezası veren “SANHEDRİN” meclisi yetkili olmuştur.Ve yargılanan 300 civarı yahudi “mesih” iddasında olan Sabatay Sevi ile birlikte ölüme mahkum edilmişlerdir.Osmanlı Padişahı IV. AHMET yargılamayı kafes arkasından izlemiş verilen cezadan çok rahatsız olmuştur.Çağırdığı şeyhülislam’a “bu meseleyi nasıl halledeceğiz.İstanbulun göbeğinde 300 Yahudiyi nasıl idam ederiz? demiş”… ve bir çözüm yolu istemiştir.Mesih iddasında ki Sabatay Sevi o günün Yahudi cemaatini ciddi sayıda bölmüş ve karşı karşıya getirmiştir. Tüm dünyada kendisinin yahudilerin beklediği “mesih” olduğuna inanan binlerce taraftarı olmuştur.
Sonunda şeyhülislam çözümü bulur. Zaten o yıllarda Kanuniden beri şeyhülislamlar ya çözüm bulurlar ya da kafaları vurulurdu.Her sorunu Padişahın istediği doğrultuda “fetva” ile çözmek asli görevleri idi.
(Bugüne benziyor demeyin şimdi (!)..)
Gerçekten Şeyhülislâmın hakkının yemeyelim.O gün için zekice ve mantıklı bir çözüm bulmuştu.
Ve gelir padişaha çözümünü sunar.
“Sabatay Sevi” ve 300 bağlısı “yahudi şeriatına” göre ceza almışlardı.Çünkü “Yahudi dinine mensuptular”.O günün kanunlarında farklı dinde olanlar kendi şeriatlarına göre yargılanma hakkını isteyebilir ve cezalarıda kendi inançlarının gereği verilirdi.Her dinin hukuku ayrı idi.Dolayısı ile eğer “Sabatay Sevi ve bağlıları” din değiştirip müslüman olurlarsa bu cezadan kurtulurlardı.
Tertemiz, analarından doğdukları gün gibi masum bir hale gelirlerdi.
Bu çözüme padişah sevindi ve hemen Sabatay Sevi’ye bu durum daha doğrusu çözüm sunuldu.
Sabatay Sevi hemen kabul etmedi. Sadece bir gün süre ve bu çözümün saklanmasını ve kimseye duyurulmamasını istedi.
Ertesi günü tüm bağlılarını topladı ve gece gördüğü rüyayı (!) anlattı.Gece rüyasında “ Yehova”nın kendisine “mesihin” son dönemde din değiştirmesi gerektiğini ve gücünü böyle koruyup güçleneceğini söylemişti.İkinci bir emre kadar hemen din değiştirmeleri gerekiyordu.Hz.İsayı çarmıha gerdiklerine göre, tek alternatif vardı hemen müslüman olmak. Ve Osmanlı zırhına bir müslüman olarak kavuşmak.
Sabatay Sevi’nin rüyası emir oldu ve 300 yahudi hemen din değiştirip “müslüman” (!) oldu, İslam dinine geçti.Artık “yahudi” şeriatının hükmü kendi üzerlerinden kalkmıştı…Kendi aralarında gizli bir şartı kabul ederek: Dışarda müslüman, evde ise “ Yehovanın” ikinci bir yeni emrine kadar yani “mesihin” başlarına güçlü bir şekilde geçmesi emrine kadar “yahudi” olarak kalacaklardı.

Eğer Hz.İsa zamanında Roma İmparatorluğunun yerinde “biz” olsaydık belki dinler tarihi değişir, “Çarmıh” hikayesi ve bin yıldır başımızın belası “haç” ta hiç olmamış olurdu.(?)!..

Bu çok su götürecek konuya devam edeceğiz inşallah.