“Arkadaşlarım.. Biz bu kelimenin anlamını bıçak sırtı bir zamanın içinde öğrendik. Dar vakitlerin, ara kesitlerin sınamalarından geçerek öğrendik. Arkadaşlık inanılmaz fedakârlığın ve dayanışmanın dünyasında şekillendi, olağanüstü şartların ateşinde pişti.”
Ve yazar portreler galerisinde yürür, bir bir arkadaşların resimleri çıkar karşısına.
İlk Latif, Latif yani ben…
“Mesela Latif ! Nedense “kaçma” fikrini ona yakıştıramıyorum. Kaçmaktan çok kovalamayı, nerde bir tehlike varsa üzerine gitmeyi sever o. Salt cesaretten, maceracı ruhtan veya mavici kutsallığa gönülden bağlı oluşundan değildir bu. Daha çok kendine has bir soyluluk anlayışıyla davranır…”
Devam ediyor portreler geçidi, ikinci sırada Seçkin var, yani Mümtaz.
“Seçkin’i düşünüyorum. O entrik bir zekâdır; her şeyi hesaplar, analiz eder. Duygularından çok aklıyla davranır. Kendini koruma içgüdüsü güçlüdür. Gerçekliği romantizme feda etmez. … Nesnellikle bencilliğin birbirine karıştığı kişiliğine rağmen arkadaşları, sevdikleri için ne zaman nerde nasıl kendini ateşlere atacağı belli olmaz.
Seçkin… Yavrum ya kaçış ya hapishane şimdi, başka tercihin yok.
Dairenin dışındasın ama içindeymişsin gibi sorgulanacaksın. Olmayan imanını hesaba çekecekler. Hangi hikâyeyi dile getireceksin merak ediyorum. “Mavici değilim” diyemezsin, döneklik olur bu.”
Sonra Bilal var, Burhan Kavuncu, bir de Ata yani Cabbar veya gerçek adıyla Erdoğan Aktaş.
Işığın Gölgesi Naci Bostancı’nın 12 Eylül ve sonrasını anlattığı romanı, 1996’da basıldı; Maviler, kırmızılar ve sarılar o eski bölünmenin tarafları…
Seçkin ismini ben de Kafes filmimizde kullanmıştım. Dergi bürosunda Seçkin’in yaptığı cılbıra verdiği isim Satuk Buğra Han yemeği.
Hepimiz bir arada; dergi çıkarıyor, teşkilatın diğer işlerine koşturuyor, bu arada zaman zaman fakültemize gidiyorduk. Seçkingilin fakülte Siyasal Bilgiler. 20 kişi kadarlar. Okula alınmıyorlar. Seçkin onların bir dönem başkanlığını yaptı. Grup halinde Site Yurdu’ndan Siyasala kadar giderler ve gelirlerdi. Devlet Beyin asistanlık yaptığı, Çatlı’nın öğrenci olduğu Başkent Akademiden muhafızları da olurdu. Ben de tek başıma Seçkin’e muhafızlık yaptım. O sınava girerken bir sokağını Maocuların bir sokağını Lenincilerin tuttuğu okul önünde onu az mı bekledim?.

Meşhur istihbaratçı Mehmet Eymür’ün Milliyet’teki yazı dizisinde bir fotoğraf dikkatimi çekmişti. Siyasal’ın önünde Mümtaz… Öyle ya ilerde vali olacakları devlet hiç boş bırakır mı? Kardeşi Mustafa –ki şehadet şerbeti içti sonra- silah yakalattığında babasını ve kendisini de Emniyete almışlar, bizim dergide de karakol kurmuşlar. Genel Merkez’e uğradım, nöbetçi: “başkanım Dergi’ye polis karakol kurmuş gitmeyin” deyince hemen koştum. Kapıyı gerçekten polis açtı, kapı ağzında bizim kitaplar, makaleler, dosyalar, fotoğraflar… çuvallara konmuş, mühürlenmiş.
“Nerde arkadaşlar?” Diye kükredim. “Asayişte” dedi hızlıca. Ne yapacağını bilmiyordu. Asayişe gittim. Pol-Der’in işkenceci polislerinin başında gelen Dürüst Oktay ve Zeki Kaman orada. “Basın demokrasinin şöyle olmazsa olmazıdır” diye başladım tartışmaya… ve bıraktılar.
O ara kesit ikliminde böyleyken tutup da şimdi kimden ve neden ürkeceğim?
1991-92 suları Muhsin Başkan bordo renkli Doğan marka otomobiliyle benim daireye geldi. Sekretere “kimseyi alma” dedim ve kapandık. Üç saat ayrılmaması için ikna etmeğe çalıştım. Baktım çaresiz ayrılık var; Ümit Özdağ’ı, Kemal Görmez’i, Naci Bostancı’yı ve Mümtaz’er Türköne’yi aradım. Diğerleri Ankara’da değillerdi, Naci ile Seçkin geldiler. Eski günlerdeki gibi. Millî Mutabakat Çağrısı metnini yazdık birlikte. Kâğıt kalem Seçkin’in elinde, hepimiz bir şeyler söylüyoruz o da yazıyor. Sivil İnisiyatif, Sivil Toplum, Sivil İtaatsizlik moda o zaman, entelektüel camiada.
Evet, yollarımız ayrıldı; içeri girene kadar da hep tartıştık. Mustafa’nın şehit edildiği günün yıldönümünde Devlet Bey, âdil yargılama adına bir açıklama yaptı, biz de tebrik ettik. Her şeyin müsebbibi olarak onu gösteren bir yansıtma mekanizması kafa konforuyla sosyal medyayı boğdu.
Mümtaz’er Türköne’yi en çok ben eleştirdim. Hatta ‘Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım – Kürtler Nasıl Türk Olur’ kitabım tamamiyle ona ve bir zamanlar âkil insanlar kabul edilenlere cevap mahiyetindedir.
Problem, Akademya’nın Osmanlı -Türkiye analizlerine dayanıyor. ‘Apo’yu paşa yapıp boynunu vurma’ senaryosu demokratik modern bir ülkede olacak iş miydi? Bugün hâlâ Mümtaz’ın yargılanmasındaki probleme işaret eden Devlet Bey’e bu hatırlatmalar yapılıyor. Oysa Mümtaz onların hiçbirinden yatmıyor.
Şimdi diyorlar ki, o da biat etseydi böyle olmazdı.
Biat kültürünün pratiği ne yazık ki teorisine uymuyor. Böylece de ortalık riyakârdan geçilmiyor. İlla ki, affetmek için biat müessesesini çalıştırmanıza gerek yok. Osmanlı’ya yakışan teb’a kültürü Cumhuriyet’te olmaz. Osmanlı’da isyancıyı paşa yapıp yanına alma alışkanlığı hayırhah bir şey olmadığı gibi modern devlete yakışmaz.