Doğum: Silifke – 07.Temmuz.1948

Münir Ramazan Aktolga 07 Temmuz 1948’de Silifke’de doğmuştur. Babası Ahmet Aktolga (1922), Annesi (1924) Muazzez Hanım (Önen)’dir. Anne ve babası Cumhuriyet Okulu öğretmenlerindendir. Muazzez Hanım’ın babası Vehbi Bey’de öğretmen olup Mut İlköğretim müdürlüğü de yapmış olan Vehbi Bey’dir.

Ahmet ve Muazzez Aktolga çiftinin Münir Ramazan, Aynur ve İdil olmak üzere bir erkek ve iki kız olmak üzere üç çocuğu vardır.

Münir İlkokulu ve ortaokulu Silifke’de bitirmiştir. 1963 yılında Ankara’ya nakilleri (sürgün) çıkmış ve Ankara’ya yerleşmişlerdir. Ancak Silifke ile irtibatları hiç kesilmemiştir. Yaylaları Cılbayır Köyü’dür. Münir Ramazan Aktolga Gökbelen’de düzenlenen 30 Ağustos kutlamaları töreninde yaptığı bir, emperyalizm, sömürü, işçi köylü, emperyalizme karşı savaş temalı bir konuşmasıyla ilk damgayı yemiş ve merhum Ahmet Nadir Caner tarafından yayınlanan Silifke Gazetesinde haber olmuştur. Liseyi Ankara’da bitiren Münir 1965-1966 öğretim yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü kazanmıştır. Çalışkan bir öğrenci olmasının yanında, çok okuması, hitabeti, etkileme gücü yüksekti. Daha ilk yıllarda kendini 68 kuşağı denen devrimci hareketin içinde buldu. İlk yıl Kennedy bursunu kazandı. 1967 tatilinde Kocaeli Yapı-İş Sendikası’nda çalıştı. Eline geçen parayı sürekli kitap alarak okumaya, araştırmaya harcıyordu. Bir insanın ömür boyu yaşayamayacağı olayları ve mücadeleleri 3-5 seneye sığdırdı. Forum, seminer, konferans, toplantı, işçilerin rgütlenmesi, grev, işgal, protesto birbirini izliyordu.

Zaten Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, Ulaş Bardakçı, Necmettin Giritlioğlu, Mahir Çayan gibi o günün Dev-Genç, sanırım sonra (THKO)Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu yapılanmasında birlikte oluş ilk tutuklanmayı getirecekti. Mamak Cezaevi ve bir müddet sonra Dışkapı cezaevine nakledilirken kaçış… İstanbul’da yakalanışı annesinin notunda şöyle yer almış: “kaldığı evi gece polis basıyor. Silahı var ama teslim oluyor. Polis bir akrabamıza; silahı doğrulttum tam tetiği çekeceğim, o anda gözleri beni etkiledi, tetiğe basamadım diye anlatmış. Sonra Selimiye kışlası cezaevi günleri… Genellikle anne olmak üzere 10-15 dakika görüşebilmek için yüzlerce defa Ankara’dan İstanbul’a; Ankara’dan Niğde’ye öğretmen maaşıyla babanın ve kız kardeşlerin gidip gelmeleri.

Bütün olumsuz şartlara rağmen sürekli annesinden kitap isteyerek okuma, inceleme, yazma, arkadaşlarına ve ziyaretine gelenlere moral verme, insanüstü bir gayret ve enerji… Hâlbuki hücre cezaları var ve altı aydır banyo yaptırılmamışlar. Muazzez annenin mücadelesi ve on dört kişilik coplu manga eşliğinde hamama götürülüşü…

5-6 ay görüşme yapılamaması, görüştüklerinde merdivenden inerken annesine usulca “Dipsiz bir kuyuya düşük anne” deyişini Muazzez Hanım’ın “Bir Annenin 68 Anıları” ndan okuyoruz.

Yıllar süren (yedi buçuk yıl) hapishane hayatı, okuyan, yazan, düşünen, sorgulayan kişiliği nedeniyle arkadaşları ve bir kısım sol çevreler tarafından dışlanması, döneklikle itham edilmesi ve bütün bunları cesaretle göğüslemesi her insanın yapamayacağı şeylerdir. Mayıs 1976 da babası ziyaretinde “oğlum sana koptu diyorlar” diye yakınmasına verdiği cevap çok önemli. Koptu diyenlere şöyle diyor: “Baba biz kopmadık. Eğer anayı, babayı, toplumu, tarihi inkârsa solculuk, biz o solculukta yokuz. Biz geçmişi yaşadık. Bu bir toplumsal oluşum, kimse suçlanamaz. Biz onun içinden doğduk. Gerçek işçi sınıfı temsilcisi bizler olacağız. Esasen olamadığımızı size mektupta da yazmıştım” diyerek bazı sol çevrelere tenkidini bu mesajla veriyordu.

Zaten mücadelenin başından beri Münir’in farkı hep varmış. Hatta Deniz Gezmiş gerillacılığı savunurken hep karşı çıkmış, bunun maceracılık olduğunu vurgulamış. Onlar da Münir’i pasifist olmakla suçlamışlar. Hatta Mahir Çayan, Münir’i fikirleri uyuşmadığı ve pasifist olduğu gerekçesiyle partiden atmış.

İşi sadece kişisel açıdan değerlendirenlerin, ülkenin en iyi üniversitesine girmiş, Kennedy bursu kazanmış, Amerika’ya gitme imkânı olan, ilim adamı, profesör olabilecek, rahat bir hayatı garantilemiş bir insanın yıllarca hapishanelerde çürüyüp, çok sevdiği vatanından kaçmak zorunda kalarak, işçilik, manavlık, dönercilik yaparak hayata tutunmasını anlaması kolay olmasa gerek.

Anne Muazzez Hanım bir ziyaretinde gayet düşük sesle yavaşça konuşmaya başlıyor. Münir: “Anne, saklı hiçbir şey yok. Ne geldiyse başımıza gizlilikten, illegallikten geldi. Her şey açık olmalı, sesli konuş” diye uyarıyor. Yani saklısı gizlisi olmayan dobra, açık sözlü biri…

Yine avukatını azlederek savunmasını bizzat kendinin hazırlaması onun kişiliği hakkında karar verirken dikkate alınması gereken bir durum.

Daha sonra makale ve eserler vermeye başlıyor. Almanya’ya yerleşiyor ve işçi olarak çalışmaya başlıyor ve Zeynep Hanım ile evleniyor. Elif ve Deniz isminde iki evlat sahibi oluyorlar. Arkasından manav dükkânı açma, devamında dönercilik, özetle zorlu bir hayat mücadelesi… Aktolga yaptığı çalışmalar ve eserlerinin yanında kızlarından birinin Bilişsel Bilimler (CognitivSicience) tahsili yapması ve büyük bir firmada çalışıyor olması, diğer kızının da Tıp okuyarak doktor olması sebebiyle duygularını “aslında en büyük iki eserim kızlarım” diyerek vurguluyor.

Yıllar yılı ayrı kaldığı, fazla birlikte olamadığı babası Ahmet Aktolga’yı 17.Eylül.1996 tarihinde kaybediyor. Yine hayatını kendine adayan annesi Muazzez Aktolga’yı 29.Ekim.2001 tarihinde kaybediyor. Binlerce kilometre uzaktan hastalıklarda, vefat anında cenaze törenlerinde sevdiklerine yetişebilse de sayılı saatler, sayılı günler yanlarında bulanabildiği için ne kadar yoğun duygular yaşadığını ancak uzak diyarlarda yaşayanlar anlar ve bilir.

Hatıralar, Nereden Başlamıştık Nerelere Gitti İşin Ucu adıyla kendi deyiyle “68’den Günümüze İdeolojik, Teorik Bir Arkeoloji Çalışması” dediği altı yüz sayfa hacminde bir eser ortaya çıkıyor.

Kitabında kendinden şöyle bahsediyor: “Bu dünyaya niye gelmişim ben biliyor musunuz? Önünüzde linki duran şu siteyi hazırlayarak onu yayınlayabilmek için! Oradaki çalışmaların ortaya çıkmasında aracı olabilmek için! http://www.aktolga.de/

Bu görevi yerine getirmeye çalışırken o büyük insanın -annem Muazzez Aktolga’nın- sözleri halâ kulaklarımda idi: “Bana bak” diyordu, “biz bu mücadeleyi boşuna vermedik, sonuna kadar götüreceksin”... “Bütün yaşadıklarını, buradan çıkan sonuçları yazacaksın, yoksa gözüm açık giderim, hakkımı helal etmem!”

Bak işte anacığım, sana verdiğim sözü yerine getirdim...”

Bugünkü durduğu yerden kendini sorgularken yani “bugünden bakınca sen kendini nasıl değerlendiriyorsun o sürecin içinde?” sorusuna cevap verirken şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Ben mi? Ben hem vardım, hem de yoktum o zaman. Vardım... açık. Ama yoktum. Yoktum, çünkü bütün bu işler olurken bir şeylerin sakat olduğunu hep görüyordum ben; ama işin köklerinin çok derinlerde olduğunu hissettiğimden midir nedir bunların yerine neyin konması gerektiğine bir türlü karar veremiyordum, müthiş bir arayış içindeydim.

İki şey yapabilirdim o durumda. Birincisi, bu işler yanlış diyerek çekilebilirdim. Ama bunu yapmadım, yapamazdım. Çünkü o zaman beraber yola çıktığımız arkadaşlarımı yarı yolda bırakarak kendimi kurtarma yoluna girmiş olacaktım. Peki, ne mi yaptım? Daha çok insanın ölmemesi için bulunduğum yerde durarak kendimi de dönen o tekerlerin altına attım.”

Aktolga’nın eserleri yalnızca “Hatıralar” kitabıyla sınırlı değil. Diğer çıkan eseri “Öğrenmek Nedir, Neden Öğreniyoruz, Nasıl Öğreniyoruz, Nasıl Bir Eğitim Sistemine İhtiyacımız Var” isimli kitabıydı. Yakında “ Her Şeyin Teorisi, Sistem Teorisinin Esasları, Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi ve Tasavvuf” isimli çalışması yayınlanacak. Yeni baskıya hazırladığı kitap ise “Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimlerinin Esasları, Batı’da Kapitalizme Geçildi de Osmanlı’da Neden geçilemedi, Osmanlı’dan Bu Yana Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Diyalektiği” konularını kapsıyor.

Hemşerimiz Münir Ramazan Aktolga’ya sağlıklı ve yeni eserler vereceği, uzun bir ömür diliyorum.

Bir 1 kişi görseli olabilir