Bir hatıra: Sene 1990. İsviçre'nin Luzern kantonunda yaşayan bir mülteciyim. İsviçre hükümetinin bize tahsis ettiği mülteci evinde bir grup benim gibi mülteciyle hayatımızı sürdürüyoruz. Farklı fraksiyonlardanız ama hepimiz devrimciyiz.( Henüz İslam ile hidayet bulmamışken)
Odalarımız devrim ritüelleri ve "Che guavero, Lenin, Fidel Castro" gibi devrimin sembol isimlerinin posterleriyle süslü. Biz süslemiştik.
Birgün odalarımıza baskın veren polis bütün posterleri toplayıp gitti.
Bu hayli canımızı sıkmıştı ve hemen karşılık vermeliydik. Derhal toplandık ve sanırım "Stans" köyünde bulunan kiliseyi bastık. Yaklaşık 20 kişi Kiliseyi işgal etmiştik. Belli ki, böyle bir tepkiyle ilk defa karşılaşan halk ve polis şaşkın şekilde bizim ne yapmaya çalıştığımızı anlamaya çalışıyordu. Alel acele bir bildiri yazdık ve okuduk. Daha sonra bir tercüman vasıtasıyla posterlerimizin yeniden odalarımıza asılması teminatını alarak eylemimizi sonlandırdık.
Bahsini ettiğim zaman diliminde, fraksiyonları farklı olsada bütün devrimcilerin ortak sloganı ve tabiatı Amerika'nın kahrolması üzerine kurgulanırdı.
Biz o gün bir İsviçre şehrinde eylem yaparken "Kahrolsun Amerika, kahrolsun emperyalizm, kahrolsun faşizm" sloganları atıyorduk.
30 yıl sonra bugün devrimciliğin ve solculuğun geldiği noktaya baktığımda tıpkı İsviçrelilerin o gün bizi şaşkınlıkla izlediği gibi, ben de bugünkü solcuları garip bir şaşkınlıkla izliyorum..
İlkelerini ABD emperyalizmine kurban eden bir sol ve omurgasız bir faşizme dönüşen devrimcilik hikayesinin hazin sonu...