Osman daha fazlasını da anlattı…

Osman konuşkandı. Kelime seçerken düşünüyordu. Cümleleri hiç zorlanmadan kuruluyordu. Öyle bir ritmi vardı ki, insan bir sonraki cümlesini merak ediyordu.

Abone Ol

Bugün Osman’la tanıştım. Sıcaktan kavrulduğumuz bir saatte ve ter içinde… Esmer, kirli sakallı, kalın dudaklı ve iri dişleri vardı. Gözlerinin içi gülüyordu. Sözleri öyle bir akıyordu ki, dinlerken insanın içine su serpen bir nehir gibi… Ağzından çıkan kelimeler sanki bir başkasının dilinde rastladığım türden değildi. Kulağa değil, kalbe dokunuyordu. Konuşurken yüzünde beliren o tebessüm, yanaklarındaki çukurların çevresinde iz bırakan sivilce lekelerini daha da görünür kılıyordu. Ama o izler, onu çirkinleştirmek şöyle dursun, yaşadığı hayatın sessiz tanıkları gibiydi.

“Ben köylüyüm,” dedi bir ara. Köyünün adını da söyledi; başında ya da sonunda “yel” vardı. Unuttum şimdi. Ama Adıyaman’a yakın bir yermiş.

Duydum, fakat görmedim. Tıpkı Osman gibiydi o köy de. Uzak, duyulmuş ama bilinmeyen bir yer…

Osman konuşkandı. Kelime seçerken düşünüyordu. Cümleleri hiç zorlanmadan kuruluyordu. Öyle bir ritmi vardı ki, insan bir sonraki cümlesini merak ediyordu. Sanki sustuğu an kelimelerin rengi solacak, hava ağırlaşacak gibiydi. Hiç susmasın istiyordum.

“Ne iş yapıyorsun?” dedim.

“Taşımacılık,” dedi.

Terliydi, yorgundu. Garip bir huzur vardı üzerinde. Şehri sırtına alsa gıkı çıkmayacak gibiydi.

“Seni yoruyorlar galiba,” dedim.

Başını eğdi.

“Sorma amca,” dedi.

O an kendimi yüz yaşına basmış gibi hissettim. Üzülsem mi, gülümsesem mi bilemedim.

“Ama sabırlıyım. Çok sabırlıyım. Bir kızım var. O öğretti,” diye devam etti.

Şaşırdım.

Kızından sabrı öğrenmiş bir baba… İnsan nadiren rastlar böyle birine.

“Kızın mı? Kaç yaşında? Ne iş yapıyor?” diye sordum.

Cevabı beklemiyordum belki de.

“Kızım özel biri. Üç yaşında. Sadece gözleri hareket ediyor. Bana bir şey olursa, ona kim bakar diye düşünüyorum hep. Her şeyi içime atıyorum. Daha dün evini taşıdığımız bir kadın, işçilerin arasında beni aşağılayarak konuştu. Küçük düşürdü. Ama sesimi çıkarmadım. Kızım geldi aklıma. Her şeyi unuttum. Hiçbir şey zoruma gitmiyor artık. Gülüp geçiyorum.”

O an zaman durdu sanki.

“Konuş Osman,” dedim içimden. “Anlat. Ben buradayım, dinliyorum.”

Bir sigara yaktı.

“Deprem gecesiydi…” dedi. “Kızım hiç susmuyordu. Huysuzdu. Hanımla birlikte hastaneye götürdük. İlaç, iğne derken reçeteyi aldık, dönerken evin önüne geldik. Tam arabadan inecektik ki, deprem oldu. Evimiz gözümüzün önünde yerle bir oldu. Dört kat yerin dibine girdi. Ortada sadece bizim oturduğumuz beşinci kat kalmıştı. Bir tek kızımın odasının duvarı yıkılmıştı.”

Duraksadı.

“Kızım o gece huysuzlanmasa… Biz hastaneye gitmesek… Şimdi konuşmuyor olurduk. O gece kızım, hem kendisinin hem bizim hayatımızı kurtardı.”

Sabahın aydınlığını görünce havaalanına gitmişler. Yolcuları ücretsiz taşıyorlarmış. Bindiklerinde kız ağlamaya başlamış, huysuzluğu sürünce yolcular rahatsız olmuş, onları indirmişler.

“Ne yapacağımı bilmiyordum,” dedi. “Ama biri yanımıza geldi. Halimizi sordu. Anlattım. ‘Ben doktorum,’ dedi. ‘Buraya yardım için geldim. Kızını İstanbul’a ben göndereceğim. Tedavisi için de elimden geleni yapacağım.’”

Gözleri uzaklara daldı. Sonra başını bana çevirip gülümsedi.

“Bilmem, ağabey,” dedi. “Ben hep şöyle dua ederdim:

‘Allah’ım, kızım kollarını açsın, beni sarsın. Ben de ona sarılayım. Ne olur, o günü göreyim, her şeyimi elimden al. Hiçbir şeyim olmasın, razıyım.’ Allah beni duydu. Her şeyimi elimden aldı. Ama şimdi eve girdiğimde kızım kollarını açıyor. Gülümsüyor. Ben koşarak ona sarılıyorum. Çok mutluyum. İşimi severek yapıyorum. Kızımın kollarını açmış, beni beklediğini gördükçe dünya benim oluyor.”

...

Bu hikâyenin bir tek kelimesi bile kurgu değil. Gerçek bir adamın, gerçek bir babanın, gerçek bir sabrın hikâyesi… Osman daha fazlasını da anlattı…

Ama onu başka bir zamana saklıyorum.