Vanlı Mehmet Efendi Erzurum’da bulunduğu sırada, beylerbeyi olan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ile tanışması hayatının akışını değiştirir. Fazıl Ahmet Paşa, ölen babasının yerine sadrazam olunca, Mehmet Efendi’yi İstanbul'a davet eder ve ünü daha da artmaya başlar. Daha sonra, Padişah 4. Mehmet’in oğlu Şehzade Mustafa’nın eğitimini üstlenmiş ve “Hünkâr Şeyhi” diye ünlenmiştir.

İslam dinine sonradan sokulan ve “bidat” denilen uygulamalara karşı çıkmış, bazı tekke binalarının yıktırılması, tarikatların bazı zikirlerinin yasaklanmasında etkin rol oynamış, Türk düşmanlığı yapan tekkelere savaş açmıştır. Bu durum Mevlevi, Hurufi, Nakşi, diğer bazı tarikat ehlinin öfke ve düşmanlığına yol açmıştır.

Türk İslamının bayraktarı Vanlı Mehmet Efendiyi kendine düşman olarak gören Niyazi Mısri Malatya doğumludur. Kahire’deki El Ezher Medreselerinde tahsilini tamamladıktan sonra 1661’de Bursa’ya yerleşti ve Ulucami civarında bir dergâh yaptırarak halkta taban tutmaya başladı.

Şimdi Diyanet’in hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nden bir alıntı sunayım:

“Niyâzî-i Mısrî, Mehmed Efendi ile olan mücadelesini bir eserine yansıtmış ve onun aleyhinde bir âyeti tevil etmiştir. Tâhâ sûresinin 42. âyetinde geçen “ve lâ teniyâ fî zikrî” ibaresindeki “venâ” fiilinden gelen kelimenin ism-i fâilini alarak, “Benim zikrimde gevşeklik göstermeyin” anlamındaki ifadeyi, “Benim zikrimde Vanî olmayın” şeklinde yorumlamıştır. Ayrıca ebced hesabına dayanarak Vanî’nin kendisine düşman olacağını, fakat sonunda kendisinin üstün geleceğini âyetlerden çıkarmaya çalışmıştır (Süleyman Ateş, s. 239), İşârî Tefsîr Okulu, Ankara 1974”

İlahiyatçı bir dostuma bu olayı anlatarak sordum: “İslamda nedir bunun adı?” dedim. “Kuran ayetindeki ‘vena” fiilini, dünyevi bir çekişme için ‘Vani’ olarak değiştirmek Kuran’a küfürdür” dedi.

Geçtim bunu…Turpun daha büyüğü heybede duruyor.

Bursa’da cifirle çok uğraşan Niyazi Mısri gelecekten haber vererek kendisine mehdilik, hatta peygamberlik geleceğini iddia etmiştir. Mısrî’nin hezeyanlarla dolu olan Mecmûa adlı hâtırâtına bakıldığında İslâm’a asla uygun olmayan söz ve düşüncelerle karşılaşılmaktadır. Sözgelimi Mısrî, kendisinin Allah tarafından özel sıfat ve yetkilerle donatılmış seçilmiş bir kulu olduğuna inanmaktadır. Öyle ki kendisine vahiy geldiğini söylemektedir. (Bkz Niyâzî-i Mısrî’nin Kur’an ve Tefsir Anlayışı, Mahmut AY Yrd. Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) (http://www.tefsir.gen.tr/img/KTA04-mahmut-ay.pdf)

Şimdi yine İslam Ansiklopedisi’nin Niyazi Mısri maddesine dönelim:

“Mevâʾidü’l-ʿirfân. “Mâide” adlı yetmiş bir bölümden oluşan eserin sadece altmış sekizinci bölümü Türkçe’dir, diğerleri Arapça’dır. Bazı âyet ve hadislerin yorumuyla Ehl-i beyt’in faziletinden, Hz. Hasan ile Hüseyin’in nübüvvetinden bahseden Mevâʾidü’l-ʿirfân Niyâzî-i Mısrî’nin en önemli eseri olup Süleyman Ateş tarafından Mawaidu’l-irfân: İrfan Sofraları adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (Ankara 1971).”

Yanlış okumadınız; bizim uçuk kaçık şeyh, Hz. Hasan ve Hüseyin’in nübüvvetinden yani peygamberliğinden de bahsetmiştir. Acaba beklediği peygamberlik kendisine gelmediği için mi Hasan ve Hüseyin’i ileri sürdü?.. Orasını bilemiyoruz.

Bu sapık Şeyh Niyazi Mısri’nin bir Türk tokatı yemesi gerekiyordu. Büyük Türk Milliyetçisi Vanlı Mehmet Efendi devreye girdi, padişah 4. Mehmet üzerindeki etkisini kullanarak Limni adasına sürgün ettirdi. Sürgün hayatı yaşadığı 15 yıl boyunca kaçamasın diye ayaklarına zincir takıldı ve hiç çıkarılmadı.

İnternette şöyle bir gezinti yaptım. Bizim saftirik İslamcılar “Ayağındaki zincirlerle sokakta geziyordu, camide namaz kılarken ayak bileğinden kanlar sızıyordu, bu yapılan zulümdür” gibi ifadelerle aman ne acılı arabesk cümleler kurmuşlar.

Bu arada popüler sanatın etkisinde kalan Ülkücüler de “Kafes filminin sonunda okunan şiirine hayran oldum, kendisinin sürgününe çok üzüldüm” diye gözyaşı dökmüşler ama sürgün nedenini kimse araştırmamış.

Sapık Şeyh Niyazi Mısri 15 yıllık sürgün hayatından sonra II. Ahmet’in fermanıyla istediği yere gitmesine izin verilince tekrar Bursa’ya döner (1692) ama yine rahat durmaz.

Bundan sonrasını yine Mahmut Ay’dan öğrenelim:

“Siyâsî hasımlarına karşı yılmadan amansız mücadeleler veren ve onları çok sert bir dille eleştiren, hatta onlara galiz küfürler eden gözü kara bir muhâliftir. Öyle ki hâtırâtında Osmanlı padişahlarını Yahudilikle itham etmekte ve Osmanlı Hânedânı’nın yerine Tatar Hânedânı’nın geçmesi gerektiğini; nitekim kendisinin manevî himmetiyle bunun gerçekleşeceğini söylemekte ve padişah dâhil hasımlarına ve sürgün hayatında kendisine kötü davrananlara pek çok kere ağır küfürler etmektedir.”

Bu ağzı bozuk, küfürbaz şeyh 30 kadar müridiyle birlikte1693’de yeniden Limni’ye sürgün edildi. Artık Limni sokakları bu 31 kişinin ayaklarındaki zincir seslerinin ile inledi. Niyâzî-i Mısrî, ertesi yıl burada vefat etti.

***

İşte bu sapıklarla mücadele eden Vanlı Mehmet Efendi 4. Mehmet tarafından 1685’de Bursa Kestel’e sürgün edildi. Çünkü Mehmet Efendi ihanet kovanına çomak sokmuştu… Anadolu’daki bütün tekkeler, şeyhler, müritler ve tabii Yavuz’un Mısır’dan getirdiği Arap din bilginlerinin kışkırtması ile “Mehmet Efendi’yi istemezük” sesleri İstanbul’u, Edirne’yi, Bursa’yı sarmıştı… Hatta sapık şeyh Niyazi Mısri’nin adamları onun kendini peygamber ilan etmesini, Kuran ayetlerini keyfine göre değiştirmesini bile görmezden gelip arkasında büyük kalabalıklar oluşturarak “Mehmet Efendi’yi istemezük” sesleri ile sokaklara dökülmüşlerdi…

Vanlı Mehmet Efendi Hakkın mücadelesini, Türklüğün mücadelesini verirken hiç beklemediği bu sürgüne çok içerledi, çok üzüldü. Kestel’e gelişinden kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu. Kaybeden Türklük olmuştu.

Alper Aksoy