Zaman nasılda su gibi akıp gidiyor avuçlarımız dan. Nasılda katıp götürüyor önüne çıkan herşeyi; Mekanı ve insanı nasıl değiştiriyor gizlice. Günleri dünlere ekleyerek haftaları, ayları, yılları ve koca bir ömrü nasılda eskitiyor kaşla göz arasında.
Yıllar önce ayrıldığımız bir dostla karşılaştığımız da veya zamanı ve mekanı paylaştığımız insanlarla geçmişi yad ettiğimizde; epey oldu, diyerek minik bir zarfa sığdırmaya çalışıyoruz arkasından ağladığımız zamanların.
*
Mezarlık Kavşağı’ndan Nizip yönüne dönerken, kağıt kalem kullanmadan hesaplamak istiyorum ara dan kaç zaman geçtiğini.
“Ayın kaçı” diye soruyorum. Ömer Doğan, gözü nü yoldan bir an bile ayırmadan: otuzu galiba, diyor. E. Aziz, cep telefonuna bakıyor ve Temmuz’un biri olduğunu söylüyor.
Üste günün tarihini koyuyorum: 01. 07.2006 diye. Hemen altına, on dakika sonra misafiri olacağı mız Mehmet Yılmaz’la tanıştığımız, 03.10.1996 tarihini yazıyor ve çıkarıyorum. Tam 9 yıl, 8 ay, 29 gün geçmiş aradan. İnanasım gelmiyor; o kadar oldu mu, diye soruyorum kendi kendime. Mümkün değil!.. Yanlış hesapladığımı düşünüyor ve başa dönüyorum. Tarih leri bir daha altalta yazıp çıkarıyorum gözlerimle. Sonuç yine aynı, değişmiyor.
Bu arada; kim bu Mehmet Yılmaz, diye soracak olursanız, ne kadar anlatsam da tanımakta zorlanaca ğınızı bilin.
Baba Adı: Ahmet,
Ana adı : Ayyuş,
Doğumu: 1933
Gaziantep ili, Nizip İlçesi, Uluyatır Mahallesi nüfusuna kayıtlı diye kimlik bilgilerini versem, hatta şu anda Traktörcüler Sitesi’nde lokantacılık yaptığını söylesem bile yetmez Mehmet Yılmaz’ı hatırlatmaya.
Sadece ben değil, yetmiş yıllık köylüsü, kırk yıllık kapı komşusu bile tanımayabilir. Hatta sofrasında defalarca ekmek yiyen insanlar, dükkan komşuları ve cami arkadaşları dahi çıkaramayabilirler. Amma...
Aşık Mehmet... Hele hele adının ve sanının önü ne bir de doğduğu köyün eski adını getirip Mızarlı Aşık Mehmet derseniz; bütün Gaziantep tanır. Tür kiye’nin bütün ozanları, aşıklık geleneğine ilgi duyan milyonlar bilirler Mızarlı’yı.

9 YIL, 8 AY ve 29 GÜN ÖNCE

3 Ekim 1996 günü karanlığın perde perde indiği saatlerde; bugün girdiğimiz kapıdan girmiştik Traktör cüler Sitesi’ne.
Bugünkü gibi üç kişi değildik, kalabalıktık. Bü tün gün kızgın güneşin altında Barak ovasındaki köyleri dolaşarak çekim yapmıştık. Sabah kahvaltısının üzerineydik ve yorgunduk. Aramazıda İstanbul dışına ilk kez çıkan iki de genç hanım vardı. Şehir merkezine kadar dayanacak halleri kalmadığını söyleyince; “Yar dımcın hızır, dürümün hazır” diyen duvar yazılarını takip ederek varmıştık Aşık Mehmed’in lokantasına.
Mızarlı böyle yazdırmıştı boş bulduğu duvarlara ama, akşamın o saatlerine dürüm de kalmazmış, müşteri de.
“Hiç olmasa ayran, çay.. içecek birşeyler ikram edeyim” demişti. Fakat aksilik bu ya, o gün erkenden bitmişti ayran ve çay ocağı da kapanmıştı. Mahçup olmuştu Aşık. Çok üzülmüştü ama, ayrandan da çay dan da daha değerli bir ikramda bulunmayı ihmal etmemişti. Ekibimdeki bütün arkadaşlarımı doğaçlama söylediği birer dörtlükle tarif edip övmüş ve gönüllerimizi fethetmişti bir anda. Özellikle de aç lıktan dizleri titreyen genç hanımların. Açlığımızı bastıra cak bir kase çorba umuduyla gittiğimiz yerde, Sarı Kızı, Ezo Gelini, Hurşid Beyi, Aşık Garibi, Keremi, İskanı ve Barakı ile zengin bir sofra açmıştı önümüze Aşık Mehmet. Yarım saatliğine girdiğimiz Traktörcüler Sitesi’nden gece yarısı çıkabilmiştik ancak. Mızarlı’nın övgü dolu mısralarıyla coşan ekip arkadaşlarım, on dakika içinde bulunduğumuz alanı ışıklandırmış, kamera ve ses düzenini hazırlamıştı.
Bana mikrofonu alıp Aşık Mehmet’in karşısına oturmak olmuştu. Ne sormuştum, nasıl bir cevap almıştım; çoğunu hatırlamıyorum şimdi. Ama;
“Kim bu sarı kız, aslı ne bu hikayenin” diye sorduğumu ve aldığım cevabı unutmam imkansız. Kırk yıl önce kabuk bağlamaya başlayan yarasını kaşımıştım Aşık’ın, derdini deşmiştim.
“Her insanın başında kavak yellerinin estiği gençlik yıllarında yaşanmış bir sevda” diyerek söze girmişti Mızarlı. Bazan uzun hava okuyarak, bazan şiir söyleyerek ve bazan da gözyaşı dökerek anlatmıştı buruk sevdasını.

BUGÜN BAYRAM GÜNÜ DERLER...

Dört-beş ay sonra İstanbul’a davet itmiştim. 1997’nin Ramazan Bayramı’nın ilk günü Kanal 7 ekranlarında konuğum oldu. Televizyonculuk hayatımda yaptığım en güzel programlardan birini gerçekleştirmiştik o gün.
Programı Ekmek Teknesi’nin Herodot Cevdet’i Hasan Kaçan ile birlikte sunuyorduk. Aşık Mehmet’le birlikte son yıllarda “Tek tek” isimli bestesiyle ünlenen Ömer Önder Güney’i de çağırmıştım Gaziantep’ten. Adıyaman’dan da Kahtalı Hamido olarak şöhret yapan Hamit Çelik’i çağırmıştım programıma. Dört saat boyunca 35 kilovat ışığın altında program yapmıştık.
“Ezo Gelin adına yakılmış hayli uzunhava var bildiğim kadarıyla... Bunlardan bir tanesini aylar önce, sizden dinlemiştim, hatırladınız mı?” diye sodum, spotların altında boncuk boncuk terleyen Aşık’a.
“Hatırladım” anlamında kafasını sallarken Ömer Önder Güney’e yol göstermesini işaret etmişti göz ucuyla. Mızrap tellerde dolaşırken, Aşık:
“Bir ördek uçurdum Uruş gölünden.
Tılsevet gölüne battı mı dersin.
Bir haber almadım Zambır Köyünden.
Şibib’e telinden attı mı dersin...”
Diye ilk dörtlüğünü okudu seslendireceği uzun havanın. Ömer Önder yol gösterdi, kararı Hamit Çelik’e bıraktı. Ve Aşık başladı okumaya. Gerçekte okumak denmezdi buna, sanki bir yanardağ patlayıve riyordu göğsünde. Öylensine içten, öylesine yürekten...
Ramazan bayramının ilk günü. Kanal 7 sütüdyo larından uyduya çıkan ve oradan Çinseddi’nden Adriyatik’e uzanan coğrafyaya dağılan bu sesin sahibi altmış yaşını aşmış aksakallı aşıkı merak etmişti insan lar. Telefonlar kilitlendi. Kimler aramamıştı ki... İzzet Altınmeşe, Mustafa Keser, Nuri Sesigaüzel, Ahmet Özhan ve adlarını hatırlayamadığım onlarca dost, ahbap ve tanıdık.

9 YIL, 8 AY ve 29 GÜN SONRA

9 yıl, 8 ay, 29 gün önce olduğu gibi yine sıcak, ve yine yürekten kopup gelen bir sevgiyle karşılıyor bizi Aşık Mehmet. Hasret ve muhabbetle kucaklaşıyo ruz. Lokantasının yeri değişmiş. Bizi ilk karşılaştığımız mekanın bahçesine götürüyor. Asmanın altındaki piknik masasına oturuyoruz karşılıklı. Ertuğrul Aziz ses kayık cihazını çalıştırıyor hemen. Ne olur ne olmaz diyerek kelime kaçırmamadan not alıyor. Ömer Doğan etrafımızda dolaşıyor elinde fotoğraf makinasıyla. Durmadan basıyor deklanşöre.
Önce havadan sudan konuşuyoruz. İlk buluş mamızdan sonra kaybettiğimiz insanları konuşu yoruz birer birer. İskan havalarının son ustası Mahkul dayıyı, 10 Ekim 1996 günü odasına misafir olduğumuz Resul İnal’ı ve değerli meslektaşım Vahittin Bozgeyik’ yad ediyoruz rahmetle.
Söz dönüp dolaşıp Sarı Kız’a geliyor yine. Yine buğuflanıyor Aşık Mehmet’in sesi. Göz pınarlarının ıslandığını görüyoruz, bizdengizlemeye çabalasa da.
“Başımda kavak yellerinin estiği yaşlarda köylümüz bir kıza kaptırdım gönlümü. İstettim Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile. Birşeyiniz yok dediler, oturacak bir çulunuz yok dediler, vermediler. Askere gittim. Bir mektup geldi, Sarı Kız gelin gidiyor diye. Üç ay sonra da acı haberini verdiler; Sarı Kız öldü dediler. Tezkereyi alınca hemen dönmedim Gaziantep’e. Anam mektup yazdı, hasretlmik zor oğlum, artık gel, dedi. Cevap verdim tabi. İşte o meşhur Sarı Kız’ı yazdım.
Altın olsa dönmem Mızar’ın daşı, dedim. Lakin dönmek zorunda kaldım. Sene 1957-58’di. Sarı Kız’ın meselesi bu işte”.
Dostluk üzerine bir parağraf açıyorum.
“Ne şeherim ne de köyüm,
Ne ağayım ne de beyim,
Dostumdur benim herşeyim,
Dosttan güzel bulamadım”
İltifat etmeyi de unutmuyor. On küsur yıllık dostluğumuzu bir dörtlükle perçimliyor Aşık Mehmed:
“Dostum vardı sürü sürü,
Unutmadı beni biri,
O kim dersen Yaşar Duru,
Dosttan güzel bulamadım.”

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, oturuyor ve açık hava

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve yakın çekim

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, ağaç, bitki, açık hava ve yakın çekim

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve yakın çekim

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, ağaç, bitki, açık hava ve yakın çekim