Ali her yaz köye Hasan dayısının yanına gider, bütün yazı burada geçirirdi. Tarlaya gider, çapa yapar, ata biner, köpeklerle, kedilerle oynardı. Üzüm zamanı her sabah erkenden kalkar, bağa gider, sepet sepet üzüm koparırdı. En sevdiği kırmızı ve siyah üzümleri yiyerek evin yolunu tutardı.

Bir de kavun, karpuz toplamaya bayılırdı. Yorucuydu, ama büyük bir keyif alırdı bundan. Akşam, güneş batımına yakın kavunları koparır, tarlanın orta yerinde toplar, gece yarısı traktöre yüklerlerdi.

Güneş yükselmeden yola çıkar, şehre varır varmaz satmaya çalışırlardı. Çünkü sıcakta kavun çabucak yumuşardı. O zaman da satılmazdı.

Dayısı iyi biriydi, ancak çok cimriydi. Hayvan gibi çalışır, iyi para kazanırdı, fakat kuruş harcamazdı. Üzerinde iş elbiseleriyle gezerdi daima. Hemen her gün evde aynı yemekler pişerdi. Yıllardır aynı yataklarda yatar, aynı halılarda otururlardı. İyice eskiyip, paçavraya dönmeyene kadar değiştirmezdi kıyafetlerini. Cebinde parayla asla gezmezdi. Kimseye borç para vermez, borç para almazdı.

Köye bir gün kıyafet satan bir kamyonet geldi. Ali, çok beğendiği kahverengi ayakkabıyı dayısından almasını istedi. Hasan dayı almadı tabi. Almadığı gibi iyi de bir fırça attı Ali’ye. Ali ayakkabıya sahip olamamanın üzüntüsünü unuttu, yediği dayağa üzüldü. Öyle ki şehre, eve dönmek istediğini söyledi. Dayısı ondan bunu bekler gibi bir kez daha söylemesine fırsat vermeden, “Peki,” dedi, o günün sabahı otobüse bindirdi, eve gönderdi.

Ali, hayal kırıklığı içinde eve geldi, annesine hiçbir bir söylemeden, odasına kapandı, ağladı.

Annesi onu üzenin ne olduğunu öğrenmeye çalışsa da Ali dayısı ile arasında geçenleri anlatmadı.

Çok sonra öğrenir, öğrenmesine de Ali’yi suçladı üstüne.

Suçlamakla kalmadı, kızdı, günlerce konuşmadı Ali ile.

Huyunu bildiği halde ayakkabı istemesini gereksiz bulmuş, bu yüzden kızmıştı. Almayacağı baştan belliydi madem, niye istemişti ki!.. Kıyamet kopsa almazdı Hasan.

Aslında öyle her gördüğünü isteyen biri değildi Ali. Ama o gün, orada o ayakkabı aklını başından almış, içinde bir his, ısrarla almasını istemişti.

….

Ali liseyi bitirdi, üniversiteyi kazandı, mühendis oldu, göreve başladı, şehrin tanınan ve sevilen kişilerinden biri oldu.

Manisa’lı öğretmen bir kızla evlendi, lojmanlara taşındı.

Bir yıl sonra bir kızı oldu, adını Elif Mübra koydular.

Mübra, eşinin rüyasında gördüğü birinin koymasını istediği isim, Elif’te annesinin ismiydi.

Bir gün annesi aradı, Hasan dayısının hastalandığını, hastaneye kaldırıldığını söyledi.

Ali işini bıraktı, hastaneye koştu. Ziyaret saati olmamasına rağmen, içeriye girdi, odasına çıktı dayısının.

Dayısı kolunda serum, bitkin bir halde yatıyordu. Yanında kimse yoktu. Ufalmış gözlerini tavana dikmiş, öylece bakıyordu.

İçeriyi girdiğini birkaç saniye sonra fark etti.

“Gel Ali,” dedi, usulca.

Ali, ağır adımlarla yaklaştı, “Geçmiş olsun dayı,” dedi.

Hasan, başıyla karşılık verdi. Belli ki konuşacak takati yoktu.

Ali, konuşturmadı onu. Birkaç dakika kaldıktan sonra izin istedi, kapıya yürüdü. Kapının kolunu tuttu, açacaktı ki, inilti şeklinde bir ses duydu.

Döndü, dayısına doğru gitti, kendisine seslenip seslenmediğini sordu.

Hasan:

“Üzerinde para var mı? Gelişim ani oldu da…” dedi.

Yıllar öncesini hatırladı Ali. Kahverengi ayakkabıyı... İşittiği azarı... annesinin küskünlüğünü... günlerce döktüğü gözyaşını...

Bir tarafta annesi, diğer tarafta dayısı vardı.

Ve tabi ki içinde ukde kalan ayakkabı… Kahverengi ayakkabı.

Aldığı terbiye, bitirdiği okul, okuduğu kitaplar geldi aklına. O kadar hızlı ve ani geçmişlerdi ki beyninden, içinden birini tutup, dayısının yüzüne çarpası geldi, ancak yapamadı. Yapamazdı.

Cüzdandan çıkardıklarını yastığının altına koydu, hızla terk etti odayı.

Merdivenden inerken iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

Yaptığı iyiliğe mi, dayısının yaptığına mı ağlıyordu bilinmez.

Ancak üzüntüsünün bir yerine gizlenmiş, fısıldayarak konuşan bir ses, “Her kim olursan ol, ölümü unutma. Pişmanlığını son ana bırakma. Son pişmanlık fayda etmez,” diyordu ona.