Mehmet Usta sabahlara kadar Japonlarla çalıştı Sümerbank'ta. Mühendisler, ustabaşılar otururdu lojmanlarında. Lojmanlarda oturanların çocukları kırmızı, Ford marka minibüsle giderlerdi okula. Pırıl pırıl önlükler, beyaz yakalar, renk renk kunduralar, çantalarla binerlerdi minibüse. Akşam yemeklerini havuz kenarında, çam kokusu, serçe sesleri arasında yerlerdi.

Yemekhane haftada iki gün sinema olurdu. Ön sıralara lojmanlarda kalanlar, arkalara dışarıdan gelenler otururlardı. Mühendislerin masaları işçilerin masalarından ayrı yerlerdeydi. Masa örtüleri, su bardakları, çatalları, kaşıkları ayrıydı. İlk önce onlara gelirdi yemek. İlk önce onların masaları temizlenir, örtüleri değiştirilirdi. Aynı yemekler yenir, aynı çaylar içilirdi, ama aynı tebessüm, aynı iştahla hizmet edilmezdi.

Kamyonlarla fabrikaya gelen pamuklar harman hallaca dökülürdü. Balyalar çözülür, makinelere atılırdı. Makinelerden geçen kirli pamuklar temizlenir, eğrilmiş yün gibi tertemiz bir şekilde bidonlara doldurulurdu. Buradan Vater’e taşınırdı. İplik olur, bobinlere sarılırdı. İşçiler makinelerin arasında gezinir, yırtılan iplikleri el çabukluğuyla bağlarlardı. Pamuklar havada uçuşurdu. Ağızlar, burunlar dolar, kaşlar, kirpikler bembeyaz olurdu.

Kocaman kocaman havalandırma boruları yirmi dört saat çalışır, havayı temizler, uçuşan pamuğu çekerdi. Yemek paydosunda makineler susar, saçlara, kaşlara yapışan pamuklar temizlenir, yemekhanenin önünde kuyruğa girilirdi. Fabrikayı yemek kokusu sarardı. Üç kap yemek olurdu tabldotta. Pilav, sulu, meyve. Kebap, çorba, salata. Tatlı. Yoğurt. Ayran. İşçiler vardiya sonunda duş alır, öyle giyinirlerdi. Duş almadan çıkmazlardı. Kolonya sürer, saçlarını tarar, öyle binerlerdi belediye otobüsüne. Mis gibi varırlardı mahalleye. Limon kolonyası kokarlardı. Ütülü pantolon, kolalı gömlek, taranmış saçlar, boyalı ayakkabılarla çıkarlardı avratlarının karşısına. Biraralık İlk Okulunun arka sokaklarındaydı birçoğunun evi. Ya da gavur mahallesinde. Bir kısımda Mara Mahallesinden gelirdi. Az bir kısım da Harhar'dan, Karapınar'dan, Bahçelievlerden gelirdi. Heykel Meydanında, Çınar Camii önünde toplanır, otobüs beklerlerdi. Erkenciler Gürbüz’ün kahvesinde çay içerlerdi. Gürbüz’ün kahvesi iş saatleri dışında da takıldıkları yerdi. Kışın soba yanar, sıcacık olurdu içerisi. Yazın kaldırımlara açılırdı masalar. Her daim tıklım tıklımdı. Serçe uğultusu altında oynanırdı oyunlar. Anneler kocalarını buradan çağırırlardı. Çocuklar babalarını burada bulurlardı.

Çocukların tamamı ilk gazozu ya burada ya da sinemada içerlerdi. Sarı, uzun otobüs siyah dumanlar içinde gelir, cami önünde durur, şoför, önündeki kolu çevirerek kapıyı açar, sırayla binerlerdi. Vali konağına varmadan otobüs dolardı. Fabrikaya kadar durmazdı artık. Havadisler konuşulur, kahvede çay parasını kimin ödediği anlatılırdı. Fabrikanın önünde otobüsten iner, üst araması için kuyruğa girerlerdi. Bekçiler tek tek arardı işçileri. Hem girerken hem çıkarken aranırlardı. Musluklardan akan sıcak suyla ilk burada tanışırlardı insanlar. Buzdolabını bura sayesinde alırlardı. Kundura, gömlek, yün palto, yün battaniye ve renk renk kumaşlar da buradaydı. Giyecek yardımı burada harcanırdı. Naftalin kokulu patiskalar, battaniyeler, çarşaflar, kumaşlar buradan alınırdı. Sümerbank. Beykoz kundurası. Siirt battaniyesi. Bünyan halısı.

Devlet baba.