Trump’ın İtrail Konuşması:

Dünya siyaset tarihine geçecek türdendi — fakat olumluluk anlamında değil. Acemice hazırlanmış, diplomatik dengelerden uzak, egosantrik ve ölçüsüz bir konuşmaydı

Abone Ol

Trump’ın İtrail Konuşması:

Bugün Donald Trump’ı, Mısır’da imzalanacak anlaşma öncesinde İtrail Parlamentosu’nda yaptığı konuşmayı büyük bir dikkatle, olabildiğince tarafsız bir gözle dinledim. Şimdi notlarımı paylaşmak istiyorum; bu sözlerin Trump ve Amerika Birleşik Devletleri açısından ne anlama geldiğine siz verin.

En başta söyleyeyim:

Bu konuşma, dünya siyaset tarihine geçecek türdendi — fakat olumluluk anlamında değil. Acemice hazırlanmış, diplomatik dengelerden uzak, egosantrik ve ölçüsüz bir konuşmaydı. Trump, bir kez daha, dünyayı okuma biçimindeki arızayı açık biçimde sergiledi. Kendisini “barış elçisi” olarak tanımlarken, gerçekte sahneye çıkan şey; politik nezaket sınırlarını hiçe sayan, diplomasiyle çatışan bir kişilikti.

Trump’ın “barış imzası” için çıktığı yolculuğu İtrail Parlamentosu’nda başlatması bile başlı başına bir mesajdı.

Sözleri açık olmasa da, tavrı her şeyi söylüyordu:

“Barışı getirmeye geldim ama önceliğim İsrail’i desteklemek, İsrail’i güçlü kılmak.”

Bu tutum, daha konuşmanın ilk dakikalarında bile, tarafsızlık iddiasını gölgeledi. Zira barış arayışının doğası gereği eşit mesafede durmayı gerektirirken, Trump sahneye tek taraflı bir söylemle çıktı.

Konuşmasının büyük bölümünde isimler saydı, methiyeler dizdi, alkışlar arasında danışmanlarını, çalışma ekibini tek tek ayağa kaldırdı.

Siyasetin dili yerine şovun dili hâkimdi.

Damadı Jared Kushner’ı bir diplomat gibi överken, kızının din değiştirerek “ailesinin inançlarıyla bütünleşmesini” gururla anlattı. Bu ifadeler, hem kişisel hem de dini aidiyetin politik söylemle nasıl iç içe geçtiğini gösteriyordu.

Trump’ın “mutluluklarının kaynağı” olarak Yahudiliği ima eden sözleri, izleyenlerde/dinleyenlerde dikkat çekici bir rahatsızlık yarattı. Bu vurgu, barış sürecinden çok kimlik siyaseti üzerinden şekillenen bir güç gösterisine dönüştü.

Söz Netanyahu’ya geldiğinde, onu ayağa kalkmaya bizzat davet etti. “Aynı kaderi paylaşıyoruz,” imalarıyla başlayan cümlelerinde, aslında beklentilerini açıkça dile getirdi.

Hamas’ın 7 Ekim saldırısına atıf yaparken, İtrail’in sonrasında gerçekleştirdiği binlerce sivilin ölümüne yol açan operasyonları göz ardı etti. Kadınların, çocukların, sivillerin varlığını yok sayarak, bu eylemleri “haklı bir savunma” olarak niteledi.

Çıkardığı ve vahşice sürdürdüğü savaşı, hakikatte saldırıyı, durdurmayı marifetmiş gibi göstererek, sonuçlarını bölüşecek paydaş bulma çabaladı.

Trump’ın bu bölümü, sadece siyasi değil, ahlaki bir çöküşün ifadesi gibiydi.

Barıştan söz eden bir liderin, savaşın meşruiyetini bu kadar kolay savunabilmesi, diplomasinin ruhuna doğrudan bir darbe niteliğindeydi.

Daha da ilginci, Netanyahu’nun “henüz adını bile bilmediği yeni silahları” talep etmesini büyük bir övünçle anlattı.

Trump, bu silahların nasıl “ustalıkla kullanıldığını” gülümseyerek dile getirdi.

İronik biçimde, hem üretenin hem kullananın aynı kimlikten olmasını adeta bir başarı hikayesi gibi sundu.

Bu noktada, alaycı bir tonla dünyanın gözüne baka baka şunu demiş oldu:

“Silahı yapan da kullanan da aynı ellerde; ve bundan gurur duyuyorum.”

Bu ifadeler, sadece politik bir gaf değil, aynı zamanda dünya kamuoyuna yönelik bir meydan okuma olarak okunmalı. Çünkü o salondaki herkes, gerçeğin farkındaydı; fakat Trump’ın ısrarla vurguladığı şey, bu gerçeğin gizlenmesi değil, aksine sergilenmesiydi.

Trump’ın konuşması, hem içeriği hem biçimiyle bir “diplomatik felaket” örneğiydi.

Barışa değil, ben-merkezli bir politik anlatıya hizmet etti.

Dünyayı “biz” ve “ötekiler” olarak ikiye bölen, kimlikler üzerinden meşruiyet üreten bir anlayışın temsiliydi.

Sonuçta, bugün İstrail Parlamentosu’nda yapılan o konuşma, yalnızca bir imza öncesi gösteri değildi.

O, aynı zamanda bir liderin zihnindeki çatlakların, diplomasi sahnesine nasıl yansıdığının en açık göstergesiydi.