Kaç kişi hatırlar o günleri?
O günler dediğimiz; fazla eski değil yani, 40-50 yıl öncesi..
İlla bir tarih vermek gerekirse; 1940’lı, 50’li ve 60’lı yıllar…
İstanbul, Ankara, İzmir ve daha birkaç büyük merkezin dışında kalan yerleşim birimlerinde şehir içi ulaşımın çoğunlukla binek hayvanlarla yapıldığı, at arabalarının ve faytonların lüks sayıldığı, motorlu taşıtların sadece makam ya da servet sahibi kişilerde bulunduğu günler…
Kaçımızın hafıza defterinde; imparatorluk bakiyesi nüfusumuzun Türkü, Kürdü, Araba, Lazı, Çerkezi, Rumu, Ermenisi, Yahudisi, Müslümanı ve gayrımüslimi ile bir arada dayanışma içinde insanca yaşadığı güzel günlere dair unutulmaz hatıralar vardır?
Kaçımız güzel yurdumun güzel insanlarının radyo programları ile zaman geçirdiği geceleri unutmamıştır hala?
Ninelerimizin, annelerimizin ve hatta ablalarımızın kabul günlerini yaşayan; babalarımızın sıra gecelerini, dağ yatılarını, sahrelerini, kır eğlencelerini ve cami avlularında koyulaştırdıkları sohbetlerini yaşayan kaç kişi varız acaba?..
“Evimizde pişen” iftar yemeğinden “komşuya düşen”I, kapaklı bakır sahanlara eşit olarak paylaştırıp büyükçe bir siniye yerleştirerek, iftar saatine çeyrek kala en az yedi komşuya dağıtmak kaçımıza nasip olmuştur dersiniz?
Aile büyüğümüzün; babamızın veya dedemizin ve hatta hanım ninelerimizin, iftar saatlerinde sokak kapısında veya evimize yakın köşe başlarında durup, iftara yetişmek için koşuşturan insanları “buyur komşu, Allah ne verdiyse, orucu birlikte açalım” ve benzeri nazik davet cümleleriyle soframıza misafir ettiği günlere ve insanlara kaçımız yetiştik?...
Büyükbabamızın veya bir başka büyüğümüzün; iftar sofrasında misafir ağırlayamadığı akşamlar nasıl üzüldüklerini nasıl da için için ağladıklarını ve ne denli ipil ipil gözyaşı döktüklerini görmek kaçımıza nasip oldu?
Kaçımız dedemizin, babamızın veya bir başka aile büyüğümüzün; misafirsiz iftar sofrasının başında gözlerinden alevler saçarak; “..soframızda helal kazançla alınmamış birşeyler var, yoksa niye bir misafir gelmesin, niye kapımızı çalan olmasın?” diyerek kendilerini sorguladıklarına kaç kez tanık olduk?
Kapı kapı dolaşıp birer sahan “komşu hakkı” ya da “göz payı” dağıtmanın anlatılmaz hazzını kaçımız yaşadı, kaçımız tattı bu zevki?
Allah sonsuz hamd ve şükürler olsun ki o güzel günleri yaşadık ve o güzel insanların güzel alışkanlıklarına tanık olup ders aldık!..
Yaşımız kaçtı; belki yedi, belki de sekiz; tam olarak hatırlamıyoruz.
Hatırladığımız; Ramazan ayının sıcak günlere denk geldiği yıllardan biriydi. Urfa’nın sıcağına ragmen büyüklerimizin gözüne girmek için o yaşlarda oruç tutuyorduk.
İftara yarım saat veya en fazla 45 dakika kala, komşu hakkı yemekler sahanlara doldurulmuş, kapakları kapatılmış ve bir siniye dizilmiş olurdu. Siniyi benden 3-4 yaş büyük olan ablamız başının üstünde taşıyacak, biz de dedemizin verdiği listeye göre komşu kapılarını çalacak, sinideki sahanlardan birini alıp kapıyı açanın eline tutuşturup “Allah kabul etsin” diyerek yolumuza devam edecektik...
Sokak kapısından çıkmadan elindeki listeyi son bir kez daha yazılı isimleri tek tek ve yüksek sesle okuyarak kontrol etmeye başlamıştı. İlk sırada, hiç unutmam, karşı komşumuz “Çil Arif”in adı vardı.. Sonrasında; Helliko”, “Nuri Baba”, “Arap Reşogil”, “Şıh Abdullah” ve “Melekegıl” geliyordu. Listenin yedinci sırasında ise Ermeni asıllı komşumuz “Vanes Emmi”nin ismi yazılıydı.
Vanes/Ohannes Moripek, 1940’lı, 50’li ve 60’lı yılların Urfasında tanınan, bilinen ve hayırla anılan bir isimdi. Halk tabibiydi. İlkbahar yaz aylarında kırlardan topladığı bitkilerle ilaçlar yapar ve hastalarını tedavi ederdi. Birkaç doktorun bulunduğu koca şehirde, evi gün boyu hastalarla dolup taşardı. Fazla paragöz değildi. Ücretini “gönlünden ne geçiyse bırak oraya” sözleriyle belirlerdi.
Sigara tiryakisiydi Vanes Emmı.. Günde 3-4 paket “Köylü” cıgarası içerdi. Ancak Ramazan ayında gündüz gözüyle elini dokundurmazdı sigaraya çakmağa. Özellikle sokak kapısının bir yanına oturur, gelen geçen komşularla sohbet eder; hasta geldiğinde içeri girerdi. Yaz ramazanlarında onlar da bizler gibi toprak damlara açarlardı sofralarını. Ve yine bizler gibi, Bülbül Hasan Ulu Camiin minaresinde topun fitilini ateşlemeden sofraya oturmaz, su içmez, birşey yemezlerdi.
“Vanes” adını duyar duymaz, aradan geçen 60 yıla ragmen hala çözemediğimiz ve belki de bilinç altımıza yerleşmiş bir sebeple son derece sert bir biçimde:
“-Ben o gavura götürmem!..” demiştik.
Dedemizin sol yanağımıza kamçı gibi şırrak diye inen tokadı daha sert olmuştu. Aslında; bir anda ayaklarımızı yerden kesen yanağımıza inen tokattan ziyade, Dedemizin sitem dolu azarıydı. Dudaklarından dökülen kelimeler dünyamızı karartmıştı adeta. Kazanlar dolusu kaynar su tepemizden aşağı dökülmüştü sanki.
“Bir daha!.. Bir daha Vanes emmın içün ‘gavur’ dediğini duymıyayım. O senin emmındır. Kemal emmın ne ise Vanes emmın de odur!.. Bunu hiç aklından çıkarma.. Vanes emmı demeyi öğren!..” demişti dişlerini sıkarak.
O günden bu güne kadar ve adı her geçtiğinde “Vanes Emmı”min çakır gözleri gelir gözlerimin önüne. Bakamam, utancımdan başımı eğer ve hatırasından özür dilerim.