Sıcaklık gölgede kırk beş dereceydi. Asfalt yapış yapıştı. Yumurta koysan pişerdi. Çocuklar, “Baba yandık; bizi serin bir yere götür,” diye sesleniyorlardı

Adıyaman cayır cayır yanıyordu. Sıcaklık gölgede kırk beş dereceydi. Asfalt yapış yapıştı. Yumurta koysan pişerdi. Çocuklar, “Baba yandık; bizi serin bir yere götür,” diye başımın etini yiyorlardı. Benimse başımı kaşıyacak vaktim yoktu. Fırsatını bulsam, onlardan önce ben kaçardım bir yerlere.

Uzun bir tartışma ve direnişten sonra Çelikhan’a gitmeye karar verdik. Hem yakın hem de serindi. Gündüzleri sıcaktı, ama geceleri serindi. 1400 metre yükseklik, serin olmaz mı? Geceyle gündüz arasında on beş yirmi derece sıcaklık farkı vardı.

Hafta sonu toparlandık gittik.

Gitmeden misafirhanenin temizliğini yaptırdığım için gittiğimizde her şey hazırdı. Yataklar, mutfak, tuvalet, banyo tertemizdi. Bir ay kalırız diyorlardı çocuklar. Ağustos bitmeden dönmek yok diye birbirlerine yemin ettiriyorlardı. Ben içimden, dayanamaz, bir hafta sonra Adıyaman’a kaçarsınız diye geçiriyordum. Hava serindi, ama arkadaş yoktu. Küçücük ilçe; kahvelerde ne kadar masa sandalye varsa sokaktaydı. Püfür püfür duman üflüyorlardı havaya. Yediden yetmişe sigara içiyorlardı. Tütün, kendi ekip biçtikleri tütündü. Evlerinin altındaki kıyım makinelerinde biçiyorlardı yaprakları. Kocaman kocaman tütün tabakaları taşıyorlardı. Renk renk. Boy boy... Bazıları sigara da sarıyordu. Kâğıdı kapağına koyup içine tütünü dolduruyor, kapatınca sarılmış halde üstten çıkıyordu.

Altın sarısı tütünden almak için ilçeye başka başka illerden geliyorlardı. Sokaklar tütün kokusundan geçilmiyordu. Evler, bahçeler, sokaklar, damlar tütün askılarıyla süslenmişti. İplere dizilmiş yeşil yapraklar birkaç hafta içinde sararıyor, sonra kahverengileşiyordu. İyice kuruyup kâğıt kıvamına gelince desteleyip biçiyorlardı. Çok fazla kurumadan torbalara basıyorlardı. Altın sarısı rengiyle insanın içesi geliyordu.

Çelikhanlılar mert insanlar. Misafir ağırlamada üstlerine yoktur. Doğa desen; muhteşem. Sarıçam ormanlarıyla çevriliydi. Abdulharap Gölü’nde onlarca yüzer ada vardı. Bir de alabalık çiftliği kurmuşlardı. Bal, tereyağı, yoğurt desen ayrı bir güzeldi. Ama gel gör ki tanış yoktu. Çabuk sıkılırlardı. Ben yine de sekiz on günlük bir program yaparak gidilecek yerlerin listesini çıkardım, nereye, hangi gün gidileceğini anlattım. Abdulharap Gölü, Akdağ, Pınarbaşı, Mir Çeşmesi ve Sürgü bunlardan birkaçıydı.

Sürgü’ de ki tesislerin tamamında alabalık yetiştiriliyordu. Sudan çıkarıp ocağa koyuyorlardı. Su masaların arasından akıyordu. Esen rüzgârdan üşürdünüz. Sırtınıza bir şey almazsanız kesin hastalanırdınız. Hürriyet gazetesi Türkiye’de alabalık yenecek ilk üç yerden birisi olarak göstermişti buradaki tesisleri.

Tahammüllerini ölçmek için iyi bir fırsattı benim için.

İlk gecemiz gayet iyi geçti. Deliksiz uyuduk. “Üşürsünüz; şunları alın,” diye verdiğim çarşafları burun kıvırarak almışlardı. Sabaha uyandıklarında haklı olduğumu söylemek için birer öpücük kondurdular. Sivrisinek olmamasına da sevinmiştik.

Cumartesi günü, Recep Çayı’na dökülen bir suyun kenarına gittik. Çocuklar müthiş sevindi. Buz gibi su, yemyeşil bahçe, meyve ağaçları ve üzerinde yüzlerce, binlerce kuşun öttüğü söğütler, çınarlar, çalılıklar… Ağustos ayının ortaları olduğu için böğürtlen ve kuşburnu topladılar. Bitişik tarla sahibinden izin alarak henüz olgunlaşmamış da olsa armut kopardılar. Ağaçlara çıktılar. Ayaklarını suya koydu, birbirlerini ıslattılar. O güne kadar hiç görmedikleri ağaçlar ve çiçekler gördüler. Küçük oğlum iki de bir elinde bir dal ya da çiçekle geliyor, “Baba bu çiçeğin adı ne? Yaprakları niye böyle? Meyvesi var mı?” şeklinde sorular soruyordu. Hoşuma gidiyordu ama sıkılıyordum. Aynı şeyi defalarca tekrarlayınca ister istemez çekilmez oluyordu. Bir ara yine elinde bir dalla bana geldi, “Baba, bu gece rüyamda bu yaprakları gördüm,” dedi. Şaşırdım. Ben rüyamı hatırlamadığım için tuhafıma gitmişti. “Bu yaprak olduğundan emin misin?” diye takıldım. “Baba Vallahi,” dedi. “Uzun sakallı yaşlı bir amca elinde bu dalla yanıma geldi. Dalı bana verdi. Dalın üzerinde de aha bu yapraklar vardı.” Sağ elini bana doğru uzattı, dört parmağını gösterdi, “Sonra şu parmaklarımı emdikten sonra kayboldu,” dedi.

Rüya daha da tuhaf hale gelmişti. Başka neler olduğunu sordum, anlatmadı. Ya da unutmuştu.

Güneş batmak üzereydi. Hava daha da serinlemişti. Kalkma zamanı gelmişti. Eşyalarımızı topladık, hep birlikte arabaya gittik. Bagajı açtım, “Sırayla herkes elindekini koysun, arabaya binsin,” dedim. Koyan arabaya bindi. En son ben koydum. Bagaj kapısını kapatır kapatmaz bir çığlık koptu. Çığlık arkamdan gelmişti. Döndüm baktım, benim küçük oğlan. Hani şu rüya gören yaramaz. Arkamda olduğu için görmemiştim. Eli bagaj kapısının arasında kalmıştı. Sol tarafımdan bir parça koptu, düşüp bayılacaktım. Parmakları bagaja dökülmüştür dedim içimden. Sesi dağlardan yankılanmıştı. Arabadan inen, yanımıza geldi. Eşim de çocuklar da ağlıyorlardı. Birkaç saniye süren bu telaşın ve korkunun arasında kapıyı açtım, dökülen parmakları aradım. Çocuk elini çekmiş, ağzına koymuştu. Ben hâlâ bagajda kesik parmak arıyordum. Ancak bırak kesik parmak, damla kan yoktu. Acaba bagajı kapatmadım da çocuk korkudan mı bağırdı. Ya da şaka mı yaptı, diye düşündüm ama hayır, şaka falan değildi. İki gözü iki çeşme ağlıyordu. Üstelik bagaj kapısını sert bir şekilde kapattığımı gayet net bir şekilde hatırlıyordum. Kolundan tuttum, kendime doğru çektim, ağzına koyduğu parmakları saydım, yerli yerindeydi hepsi. Ufacık bir iz dahi yoktu. Kızarıklık dahi yoktu. Eşim dizinde derman kalmamış yere çökmüştü. Kaldırdım, bir şey olmadığına ikna etmek için çocuğun elini gösterdim, sakinleşmesini istedim.

Denemek için elimi aynı yere koydum, kapıyı yavaşça indirdim. Daha yarıya gelmeden dayanamadım çektim. Olacak iş değil. Kapıyı kapatan bendim. Hangi sertlikte vurduğumu gayet iyi hatırlıyordum. Parmakların kopmamasının imkânı yoktu. En azından parmakları kırar, kanatırdı. Bırakın kırmayı, iz yoktu. Kopan çığlığın sebebini anlayamıyordum. Sevindiğim olaya şaşırıyordum. Birden aklıma anlattığı rüya geldi. Ne diyebilirdim ki? Rüyayı gören de anlatan da kendisiydi. Bana sadece durup düşünmek kalmıştı.

Ertesi gün Adıyaman’a döndük.

Yolda gelirken eşime rüyayı anlattığımda Adıyaman'a kadar ağladı. E, benim de bir kalbim vardı ve ailem için atıyordu.

Sağ olasın sakallı amca. Her kimsen teşekkür…

Bitti Dediğin Yerde Bir Başka Şey Başlar