Bugün laborantlar günüymüş. Meslek aşkını en bariz yaşadığım işyerim olan Diyarbakır Asker hastanesi mikrobiyoloji laboratuvarı hatıralarımla kutlamak istedim.

Hep hayırla yad ettiğim yetişmemizde emeği olan Hacettepe Ünv. hocalarıma saygı, minnet, meslek ve mesai arkadaşlarıma sevgilerimle...

DİYARBAKIR VE SAVAŞIN ACI YÜZÜ

Diyarbakır’a atandığımızda O yıllarda başlayan terör nedeniyle biraz endişelensem de Diyarbakır’ı da çok sevmiştim. Urfa’lı bir kamyoncunun kamyonuna yüklediğimiz eşyalarımızla tedbir olarak ilk etapta çocuklarımızı babaannelerinde bırakarak kamyonla yaptığımız iki günlük yolculuk film gibiydi. Tam da Nuri Sesigüzel’e benzer bir kamyoncuydu. Uzun yolda sıkıldıkça, “Urfalıyam eeezelden!.” diyerek bir türkü tutturuyordu. Yorulunca çıkıp kasada eşyaların üzerinde uyuyor, kamyonu çocuklarımın babası kullanıyordu. Biraz uyumak için boş bir benzinliğe çekmişti kamyonu gece yarısı. Gecenin karanlığında sürü halinde gezen köpekleri kurt zannederek nasıl da korkmuştum.

Güneş doğarken ilk kez gidilen doğuya doğru yolculuk muhteşemdi. Sabahın erken saatinde bile ağlatacak derecede fırın ağzından gelir gibi sıcak ise korkunç. İlk çarşıya çıktığımda ne kadar farklı, gizemli gelmişti herkes, her şey. Folklorik giysileriyle sırtlarında şerbet tankları, ellerinde şıkır şıkır salladıkları birbirine bağlı bakır bardaklarıyla şerbetçileri çok sevmiştim. Tarihi bir filmde bir arap ülkesinde gibi hissetmiştim kendimi.

“Dağkapi Dağkapi!” diye seslenen minübüscüler, “Cik kebap cik kebap!” diye avaz avaz bağıran sokak ciğer kebapçıları, “Sağuk suuuuu!..”diyerek su satmaya çalışan çocuklar ve hiç unutamadığım o güzelim, perişan kız çocukları…Beşinci kat lojmanımızın balkonundan gördüğümde kendimi aşağıya atmayı düşünme derecesinde kurtarabilmek istediğim, yanındaki erkek çocuğun darbesiyle düştüğü yerden kalkabilmeye çalışırken yüzünün ortasına acımasızca vurulan tekmeyle kendimi kaybederek,”Bırak o çocuğuuuu!” diye deli gibi bağırdığım ancak hiçbir şey yapamadığım o korkunç sahneyi hiç görmemiş olmak ya da bütün o perişan, güzelim kız çocuklarını kurtarabilmiş olmak isterdim…

"En mükemmel kadın, çocuklarına babalarının yokluğunda baba olabilecek kadındır. "(Goethe)

Anne, illa baba öldüğünde ya da boşanıldığında babalık yapmak zorunda kalmaz muhakkak çocuklarına. Bambaşka koşullar da mecbur bırakır bazen. Hastalık, meslek gereği yaşanılan yerden başka yerlerde görev gibi. Gurbete çalışmaya giden işçiler, denizciler ve askerlerin eşleri gibi. Belki bu çok daha zordur. Benim çocuklarımın babası da subay olduğundan bunu çok iyi bilirim.

1990 yılıydı,1. körfez savaşı zamanı. Diyarbakır'da görevliydik. Çocuklarımın babası savaş başlamadan öncü zırhlı birlik komutanı olarak keşif amaçlı ve tankları da götürmek üzere görevliydi. Sabah ezanlar okunurken, tepeden tırnağa üzeri kurşun, silah teçhizatlı olarak kapıdan uğurlamıştım. Çocuklarına veda bile edememişti uyuduklarından. Ne kadar da gergindi. Daha askeri lojmanın kapısından çıkmadan, nizamiyede sislerin içinde kaybolup görünmez olmuştu. O siste onlarca tankı götürecekti konvoy halinde sınıra. Türkiye savaşa girdiği takdirde mayın tarlasına ilk girecek tank bölüğünün onun bölüğü olacağı belliymiş, gelip söylemişlerdi. Bildiğimi söylememiştim ama üzüldüğümü, korktuğumu bilmesin diye. Gittiği tarihten sonra tam iki ay haber alamadık, haberleşme sistemleri kurulamamış oldukları yerden. Bir akşam her zamanki gibi erkenden iki çocuğumu uyutmaya çalışırken askeri ve sivil telefonlarımız çalmaya başlamıştı peş peşe. Asker eşleri hep yürekleri ağzındadır zaten kapı, telefon sesinde. Nefes bile almadan koşup birini açtım korkuyla. Karşımdaki ses "Çabuk televizyonu aç!" diyordu sadece. Tek kanal vardı zaten o zaman, hemen açtım ne göreceğim endişesiyle. Gözlerim kocaman kocaman ekrana baktım. Çok şükür cenaze, bayrağa sarılı tabut, mayına basıp parçalanmış yaralılar falan yoktu ekranda. Dönemin cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal vardı yanında kalabalık bir ekiple. Sınırdaki birlikleri ziyarete gelmiş meğer ve çocuklarımın babalarının bölüğündeymiş. Dönemin içişleri bakanı Abdülkadir Aksu kolundan tutup "Yüzbaşim yüzbaşim, hele şöyle geçte çoliğin çociğin yüzünü görsün." diyerek kameranın karşısına çekmiş tam da babalarını. Baka kalmıştım, sonra çocukları hatırlayıp başımı çevirdiğimde ikisini de pijamalarıyla yataktan kalkıp koşa koşa gelmiş, boyunları bükük babalarını izler buldum. Ne mahzun, ne ağlamaklıydılar.

Tam sekiz ay gelememişti babaları sınırdan. Oğlum beş yaşındaydı, babasının yokluğu nedeniyle iyice huysuzlaşmış durumdaydı. Yoğun savaş şartlarında bir askeri hastanede çalışmak, üstelik gece ve hafta sonları da sürekli gelen yaralılar için icabet nöbete çağrılmak, evde de hem anne hem baba olmaktan bitap haldeydim. Uyumaları için yataklarına yatırdığımda illa hikaye anlatmamı isterlerdi. Babaları olmadığından beni paylaşamaz olmuşlardı. Anlatacak hikaye kalmayınca kendim uydurmaya başlardım. "Bir Elifcik ile Efecik varmış, anneleri onları çok severmiş. Babaları askermiş, sık sık uzaklara gidermiş, o da yavrularını çok sever, çok özlermiş ama gelemezmiş. Özünde çok iyi bir babaymış ama mesleği çok zor olduğu için birazcık sinirleri bozulmuş, o yüzden bazen elinde olmadan kızarmış çocuklarına ve annelerine…" diye devam ederdi hikayemiz.

Anlarlardı ne yapmaya çalıştığımı. Hikaye bitince sorular başlardı. Öyle sorular sorarlardı ki bazen çok fena köşeye sıkışırdım. Çoğunlukla hangisini daha çok sevdiğimi anlamalarına yarayacak sorular olurdu ve birisini daha çok sevdiğim hissi yaratmamak adına cevaplarımda nasıl kıvıracağımı bilemezdim. Her anne gibi hangisi zayıf, hasta ise onu daha çok kayırırdım sadece iyileşene kadar. Bir ara eşit davranma konusunu öyle abartmıştım ki yemek servisi yaparken parçaları gözüm kapalı seçmeye başlamıştım haksızlık yapıp büyük, iyi parçayı kayırdığıma verme huyumu bertaraf edebilme gayesiyle.

Babalarının yokluğunu hissettirmemek için her istediklerini yapmaya çalışıyordum. Ta ki oğlum "Bütün arkadaşlarımın sapanları var, babaları yapmış, benim yok, tabi benim babam yok." diye içini çeke çeke ağlayarak içimi parcalayana kadar. Hiç sapan yapmamıştım. Ağabeylerimin ağaçtan kestikleri çatal dallardan, turnike ve eski ayakkabılardan kestikleri deriyle yaptıklarını hatırlıyordum ama emin değildim.

"Baban sadece şu an yok senin, gelecek inşallah, ben yaparım, ağlama oğlum." dedim endişeli endişeli. Turnike hastaneden kolaydı, ayakkabı derisi de ama çatal ağacı nereden bulacaktım, bıçakla nasıl kesip yontacaktım. Meğer artık sapan çatalları hazır satılıyormuş, nasıl sevindim. Turnike ve diğer malzemeleri hazır ederek, olsa olsa metoduyla derinin iki ucuna bıçakla delik açıp turnikeyi geçirerek sapanımızı yaptım çok şükür. Oğlumun yaşlı gözleri sevinçle parladı. Aşık olduğu anneciğine daha bir sevgiyle, gururla baktı.

Savaşın olası başlama tarihi yaklaştığında, askeri hastanede kolordudan gelen görevli bir komutan bizlere gaz maskelerinin kullanılması eğitimi veriyordu. Eğitimi endişe içinde takip ettikten sonra sorumuz olup olmadığını sordu. Salondaki hemşire, laboratuvar teknisyeni ve sivil memurlardan oluşan kadın personellerin elleri aynı anda havaya kalktı. Birimize söz verildi, hepimizin sorusu aynıydı. “Gaz maskelerinin çocuklar için olanı, küçüğü varmıydı!“ Salonda derin bir sessizlik oldu. Hepimizin gözleri doldu. Anneler yine kendilerinden önce yavrularını düşünüyordu. “Maalesef yok.” dedi komutan ve asıl can evimizden vurulduğumuz kararı bildirdi. Diyarbakır ve çevre illerdeki ailelerin kimyasal silah tehditi nedeniyle daha güvenli illere sevki kararı alınmış meğer. Sivil kurumlarda görevli kadınlar izinli olacaktı ancak biz askeri hastane çalışanlarının tam kadro görevinin başında olması gerekiyordu. İlk defa yavrularımdan ayrılacaktım. Onlara nasıl söyleyecek, nasıl dayanacaktım! Hayatımın en zor zamanlarıydı...

Eve gittiğimde ikisini de karşıma oturtup sesim titreyerek anlatmaya çalıştım. Sadece böyle bir risk olduğu için gibi cümlelerle korkmamalarını sağlamaya çalışıyordum. Bilge oğlum hemen sözü aldı, “Hayır öyle değil anneciğim, on yedi ocak tarihine kadar barışçıl yöntemlerle çözüm bulunamazsa savaş olacak.” dedi. Meğer televizyondan dinliyorlarmış, her şeyden haberdarlarmış. Bavullarını hazırlayarak yola çıktık.

Manisa Alaşehir’e, annemlere götürüyordum, oradan da İzmir Selçuk’ta yaşayan ablamlar gelip alacaklardı. Yavrularım benden daha metanetliydiler sanki. Onlar korkmasın diye soğukkanlı davranmaya çalışıyordum. Onlar da ben üzülmeyeyim diye son derece cesur görünme gayretindeydiler. İkisi de arabaya binmişken güzel kızım aniden geri çıktı arabadan,”Ama anneciğim sizi öldürecekler diye çok korkuyorum!.” diyerek döküverdi küçücük yüreciğindeki korkusunu. Sarılıp “Korkma yavrum, hiçbir şey olmayacak, çabucak gelip alacağım inşallah sizi.” diyerek teselliye çalıştım içimde fırtınalar koptuğu halde. Küçük oğlumun da yüzü gölgeliydi, erkek adam ağlamaz baskısı, ya da anneciğini üzmemek adına tutuyordu kendini. Araba hareket etmeden önce son bir kez baktı annesine ve başını önüne eğdi. O anlarda dünyadaki tüm savaşlarda ayrılan anne ve yavrularının acısı yüreğime sıkışmıştı sanki. İzlemediğim halde sadece anlatılmasıyla görmüş, yaşamış kadar etkilendiğim nazi kamplarına götürülen iki çocuğundan birini tercih etmek zorunda bırakılan Sophie’nin Seçimi filmindeki o dayanılmaz sahneyi hatırladım. Küçük çocuğunu tercih ettiği için tren vagonu penceresinden ömrünce bir daha göremeyeceği ve hiç unutamayarak aklını yitireceği büyük oğlunun annesine kırgın bakışını…

O zamanlarda ilk kez hayata, yaşananlara bakışım birdenbire değişti. Daha önce dert edindiğim hiçbir şeyin önemi olmadığını anladım. Psikolojideki ihtiyaçlar hiyerarşisini anladım. Kendin ve ailen için can güvenliği olmadığında karnının acıkmadığını, sevgiye, başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını anladım. Dahası aylardır yanan Kuveyt’teki petrol kuyuları nedeniyle kipkirli bir kar yağdığında, göklerde uçan, sadece yağmur yağdığı halde çamur yağmış gibi dışarıyı zor görecek derecede kir içindeki pencerelerimize konan kuşların hepsinin kargalar gibi simsiyah olduğunu gördüğümde, sadece haberlerde gördüğümüz görüntüler olduğu halde kimyasal silah kullanarak katledilmiş bebekler ve anneleri, babaları gözümde canlandı; Savaşın acı, çirkin yüzünü gördüm!

Bugüne kadar dünyada çıkar için savaşlar çıkaran kapitalist ülkelere karşı, savaşları durdurma adına bir şey yapmayı, yapanlara destek olmayı düşünmemiş olmanın utancını duydum. Kendi başımıza gelmesini beklemiş olmam ne insanlık dışıydı… İşte o anlarda endişelerim, acılarım kendim ve ailemle ilgili olma sınırını aştı. Evrensel kaygılar, acılar başladı. Güzelim dünyamıza, insanlığa yazık oluyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum diye düşünmeye başladım. Savaşlar hep olmuştu, maalesef olmaya devam ediyordu ve edecekti de bu gidişle. Peki biz bu acı gidişat için hiçbir şey yapamazmıydık!!! Memleketimiz ve dünyada olanlarla daha yakından ilgilenmeli, çocuklarımızı daha erdem sahibi, insanlığa hizmete adanmış, savaş karşıtı insanlar olarak ve dahası ülkemiz ve tüm dünya için barış, sevgi elçisi bireyler ve yetkililer olacak şekilde yetiştirmeliydik. Bizi iç ve dış savaşa düşürmek için çabalayanlara karşı uyanık, birlik içinde ve her birimiz birer Nene Hatun olmalı, hep birlikte vatanımıza, imanımıza ve geleceğimize sahip çıkmalıydık! Hala geç değil çok şükür. İnşallah.

Savaş bittiğinde hala izinler kapalıydı askeri personel için. Yavrularım tüm yakınları gezmiş, hiçbir yere sığamamış, “Ya gel bizi al ya da biz intihar edeceğiz!” dedikleri telefonlar ediyorlardı. Sadece yaralı asker götürme görevine talip olmakla Ankara’ya oradan da Manisa’ya geçerek getirebilecektim çocuklarımı. Sınırda çadırlara kurulan sobadan sıçrayan kıvılcımla çıkan yangında yanmış askerlere refakat ettiğim o askeri uçakla yolculuğum her şeyin üzerine tuz biber olmuştu. Askeri uçağın içindeki kampetlerde yaralı asker doluydu. Boş olan bir kampete de görevli doktor, hemşire ile yan yana oturmuştuk. Askerlerden inleyenler vardı. Ne uzun, ne dayanılmaz bir yolculuktu. Bizim hiç haberimiz olmasa da ülkemizde ve dünyada savaşlar yüzünden ne çok acı yaşanıyordu…

Karlı, buzlu bir gecede otobüsle Afyon Karahisar, Uşak üzerinden zor bir yolculukla sabahın erken saatinde annemlere varmıştım. İki yavrum yer yatağında yan yana birbirlerine sokulmuş uyuyorlardı. Usulca sokuldum, kokumu duymuş gibi gözlerini açtılar birden ve “Anneciğim!” diyerek boynuma sarıldılar. Görülmeye değer anlardı. Dünya’daki tüm ayrı anne ve yavruları kavuşmuş gibi!..

İkisi de eteğimin birer ucundan tutmuş nereye gitsem bırakmıyorlardı. Sanki yine bırakıp gitmemden korkuyor, engel olmaya çalışır gibiydiler. “Bitti şükür yavrularım, evimize gidiyoruz” dedim ve döndük çok şükür. Savaş bitmişti fakat babalarının, seçilen tek bölüğün komutanı olarak hala orada kalması gerekiyordu ve artık dayanamıyorum diyerek o sıralar geçirdiğim sarılık nedeniyle hava değişiminde olduğum ve çocuklarımızın da okulları tatil olduğundan gelip bizi de götürmek istiyordu. Can güvenliği endişesiyle hiç gitmek istemiyordum ancak bunu söyleyemedim bile, babaları hiç iyi değildi çünkü, bize ihtiyacı vardı. Yeni aldığımız koyu yeşil sıteyşın arabamıza bavullarımızı koyup yola çıktık, kalaşnikof sesleri altında Silopi'ye gidiyorduk. Cizre'de mola vererek çocuklarımıza oyuncak aldık. Oğlumun oyuncağı hep pilot olmak istediği için helikopter, kızımın ki ise her zamanki gibi bir bebek. Ama kucağında bebeğini sallayan bir anne bebek. Onun adını Cizre'li bebek koymuştuk. Tüm savaş mağduru anneleri ve bebekleri temsil eder gibi, acıyla bebeğini sallayan bir anne bebek…

Silopi’deki hac konaklama tesislerinde kalacaktık. Civardaki tek klimalı salon olan lobide Türk asker, polisler, Amerikalı askerler, peşmergeler için kurulmuş sağlık bakanlığı çadır hastane görevlisi doktor ve hemşireler, yerli, yabancı gazeteciler ve bir jandarma başçavuş eşi ile biz vardık ikişer çocuğumuzla. Filmlerdeki savaş bölgeleri gibiydi ortam tam ama her şey apacı gerçekti. Irak’dan kaçarak gelmiş peşmergelerin hali içler acısıydı. Kızılay’ın kurduğu çadırlarda yaşıyorlardı. Kocaman kazanlarda yemekler pişiyor, sıraya girmiş insanlara dağıtılıyordu. Çadır hastanelerde poliklinik hizmeti veriliyor, ilaçları, bebeklerin mamaları bile tedarik ediliyordu. Hatta giysi, ayakkabılarına kadar veriliyordu. Gündüz sıcaktan dışarı çıkmak mümkün değildi. Gece saat on olduğunda birazcık yürüyebilmek için çıktığımızda bile bütün gün sıcağı içine hapsetmiş olan asfaltın hala erimiş halde ve yüze vuran sıcaklıkta oluşuyla dehşete kapılırdım. Odamızın penceresinden sürekli uçan helikopterleri, çadır hastane etrafındaki kalabalıkları seyrederken bir savaş filminin içinde hissederdim kendimi. Tesis oteline ara sıra gelerek bizi görebilen babaları bazen çocuklarımızı da götürürdü bölüğüne. Oğlumuzu götürdüğü bir gün dönüşte tam da Cizre jandarma taburuna yapılan baskına rastlamışlardı. Havada uçuşan roketlerin ışıkları, makineli silah sesleriyle tam bir mahşer haliydi yaşanan ve penceremizden görebiliyorduk. O dakikalarda yaşadığım sızıyı, korkuyu ömrümce unutmam mümkün olmadı. Peşi sıra bütün gece yaralı taşıyan helikopter sesleri...

Kurban bayramını orada geçirmemiz gerekiyordu. Babaları izinliydi o gün, ailecek bir yere giderek çok kötü olan tesis yemeklerinden farklı bir şey yemek istemiştik. BOTAŞ'ın tesislerinde yiyebileceğimiz söylenmişti ancak gittiğimizde bizim için sadece menemen yapabileceklerini söylemişlerdi. Başka hiçbir şey yoktu. Savaş şartlarını, paranın her yerde hükmü ve yenecek bir şey olmadığını anlıyorduk.

Sekiz ay sonunda babaları eve döndüğünde artık eskisi gibi değildi hiçbir şey. Sekiz ay boyunca yaşadığı stres, bir bölük askerin sorumluluğu sinirlerini iyice yıpratmıştı. Savaş bitmişti fakat kanlı nevruz ve sonrasında da hala stres altındaydık hep birlikte. Gece yarısı alarm verilir, asker gelip alır giderdi babalarını. Gecenin soğuğunda yatağından çıkıp gidiyor diye arkasından bakıp üzülürken bu kez askeri hastane askeri gelip beni de alırdı. Mecburen çocukları uyur bırakıp ben de giderdim. Eğitim amaçlı alarm ise nöbetçi amire yalvar yakar, utana sıkıla izin almaya, çocuklarımın başına dönmeye çalışırdım.

Sonra babaları iyice hastalandı, geçmek bilmez baş ağrıları, sinir bozuklukları. Yavrularıma hissettirmemek için kırk takla atıp her şeyi üstlenmeler, anlatılmaz yorgunluklar...

Diyarbakır'daki beş yıllık görev süremiz dolduğundan ailecek arabamıza binerek yola çıktığımızda yine helikopter sesleri duyuluyordu. Belli ki yaralı geliyordu. Acil icabet nöbete çağırıldığım gecelerde, hafta sonlarında karşılaştığım acil servisi doldurmuş, yerlerde bile boş yer bırakmamış olan onlarca kampet sedyelerde kopmuş bacağından sarkan kaval kemiğini ağaç saplanmış zannederek dehşete kapıldığım, ölmek üzere olduğundan kolundan kan gelmediği için o kopmuş bacağından akan kandan örnek almak zorunda kaldığım, refakat eden askerler de şokta olduğundan ve aldığım kan örneklerini karıştırmamam gerektiğinden isimlerini öğrenebilmek için boyunlarındaki künyelerine baktığımda büyük ihtimal yaralı olarak yerde sürünürken olan kanıyla toprağın karışıp kurumuş olmakla örttüğü künyesini tırnaklarımla kazıyarak ismini öğrenebilmeye çalıştığım, şok halindeki yardımcı asker bulamadan geldiği için bir koşu gidip kendim negatif kanı dolaptan alıp yetiştirmekle kurtarılmasına vesile olduğuma sevinirken belinden yediği kurşun nedeniyle ömrünce felç olacağını öğrendiğimde derin suskunluklara gömüldüğüm, yoğun bakımda ameliyat sonrası kontrolleri için kan almış tam çıkarken yeni uyanmakta olan bir Mehmetçiğin “Abla abla kolum acıyor!” serzenişiyle acaba serumumu şişti, bakıp çok yoğun olan hemşire arkadaşıma bildireyim düşüncesiyle çarşafı açıp baktığımda kolunun olmadığını görerek haberi olmayan askerciğin görmemesi için panikle kapattığım ve “Geçecek inşallah yakında acın canım benim.” diyerek teselliye çalıştığım o nur yüzlü Mehmetçikler gözümün önünden gitmiyordu. Sanki ömrümce de benimle olacaklar, aynı şiddetle yüreğimi yakacaklardı. Beş yıldır gece gündüz, canla başla çalışmış olduğum halde kendimi kaçıyor gibi hissediyordum...

_Gazi Dedecik Ve Ak Yaşmaklı Eşçeğizi_

Diyarbakır Asker Hastanesinde görev yaptığım yıllardaydı. Mesai olan her sabah olduğu gibi, laboratuvarıma geldiğimde, önceki günden kan tahlili istendiği için ertesi sabah aç olarak gelmeleri gerekenlerden oluşmuş uzun bir kuyrukla karşılaştım. Kuyrukta en önde, bekliyor olmaktan son derece rahatsız bir albay, arkasında rütbelerine göre sıralanmış subay, astsubaylar, sonrasında erbaş, erler ve en sonunda da mahçup, yorgun, yanında kendisi gibi çok yaşlı, ak yaşmaklı eşceğiziyle, yakasındaki madalyasından ve yaşından anladığım kadarıyla muhtemelen Kore gazisi bir dedecik bekliyordu.

Görür görmez içim sızladı, sıralamadan çok rahatsız oldum. Oysa Genel Kurmay Başkanlığının bu konuda yayınlanmış bir genelgesi vardı ve gaziler sırada öncelik hakkına sahiptiler. Kapıyı açıp beyaz önlüğümü giydim ve hemen içeri girmek üzere hamle yapan albaya nazik bir ses tonuyla, "Afedersiniz albayım, bugün hastalarımız arasında bir Kore gazimiz var, takdir edersiniz ki öncelik sırası onun, bileceğiniz gibi en yüksek rütbe şehitlik, ikinci sırada gazilik, daha sonra diğerleridir, sizi daha sonra alayım." dedim. Albay başta olmak üzere sıradaki tüm hastalar dönüp söz edilen gaziye baktılar. Söylediklerimi hepsi ve gazi dedecikle ak yaşmaklı eşceğizi de duymuş, bir anda feri gitmiş kuru gözleri hem buğulanmış hem de ışıl ışıl yanmaya başlamıştı. Eşinin yanında olması sevincini, mutluluğunu iki kat artırmıştı mutlaka. Bana sevgiyle bakışı, otuz yıla yakın meslek hayatım boyunca sağlığımı yitirme pahasına uykusuzlukların, yorgunlukların, risklerin ve dahası devlette ve özelde parasını alamadığım, hiç de almak için peşine düşmediğim tüm nöbetlerin, mesailerin yorgunluğunu, maddi manevi kaybını silip süpürür değerdeydi şükürler olsun. O gün ilk sırada sevinçle kanlarını verip gittiler gazi dedecik ve ak yaşmaklı, nur yüzlü eşi ninecik. Sonraki zamanlarda daha sık gelir oldular hastaneye ve ne zaman gelseler "Burada bizim bir sarı kızımız vardı!" diyerek beni arayıp sordular.

Vatan, meslek ve hizmet aşkının, insan sevgisiyle buluşmasından daha güzel ne olabilirdi ki! Aşk işte bu duygu olmalıydı! Lutfedene sonsuz şükürlerle...

İlla Aşk /Adevviye Şeyda