11.02.2021 tarihinde Aynalı Göl’den sonra Silifke’ye doğru gelirken Yanışlı Çini Mağarası planımızda vardı. Bu mağarayı ararken yol üstü gördüğümüz bir şahsa adres sorduk ama kendimizi Yanışlı köyüne yakın bir koyda bulduk. Mağaranın yolunun biraz zahmetli ve bu saatte tehlikeli olduğunu da söyleyince mağarayı aramaktan vazgeçtik. Tarsus’a yolumuz uzundu. Termosumuzda bizi bekleyen çayımızı da alarak karşımızda duran bu güzel sahile doğru yürüdük. Bu koy bir tatil köyü idi, temiz ve güzeldi.

Gökyüzünün en güzel mavisi Akdeniz'le dans eder gibiydi... Gökyüzünün mavisi, Akdeniz'in mavisiyle birbirine karışmış sarmaş dolaştı sanki... Maviliklere daldım sonsuzluğa dalar gibi... Sonra köpüren ve kıyıya bir sinirle çarpan dalgalar hayallerimi yıkayıp aldılar. Gözlerim rengârenk küçüklü, büyüklü taşlara takıldı. Onları bir bir toplamaktan kendimi alıkoyamadım. İki avucumu dolduran bu renkli taşları bu güzel koydan hatıra diye bulduğum poşete koydum ve yeşil Doplo’muza doğru renkli taşlara gönülsüz basa basa yürüdük, bu güzel koyla son kez bakışarak..
    
    Bu enfes koyla şimdilik vedalaştım ve arkamı denize dönerek koyun etrafını dikkatlice inceledim. Dikkatimi çeken sağ tarafımda site şeklinde yazlıklar vardı.  Biraz yürüdükten sonra yolun girişine doğru sol tarafımda da yeni yapılan Antalya - Mersin arası otoban tüneli yapılıyordu ve bu tünelin hemen gerisinde yazlık evlere biraz uzak, sanırım dört aile yaşar gibi dört tane ev, iki tane de büyük sera vardı…

Ama bir ev vardı ki dikkatimi çok çekti. Küçük şirin bir ev, tertemiz bir bahçe… Zeytin ağaçları, çeşitli meyve ağaçları ve rengârenk çiçekler ve en önemlisi de yüreği titretecek şiir ve güzel sözlerden oluşan evin etrafını çevreleyen o yazıtların özenerek tablolara yazdırılmış, evinin çevresini de o yazdıklarıyla çevrelemiş. Hemen bu evin sahibiyle tanışmak istedim. Şairlik damarım tuttu işte…

Durup dururken kim emek verir, zahmet eder, para harcar ve bu güzelliklere vesile olur dedim kendi kendime… Bu kişi ya da kişileri merak ettim bu gizemli eve doğru yürüdüm ve kapıyı çalarak ev sahibini tanımak ve tebrik etmek istediğimi söyledim... Karşımda güler yüzlü, bey sevecen bakışlarıyla bizi karşılıyor, buyur ediyor. Bu beyin kimlik yaşı seksen beş olsa da yüreği cıvıl cıvıl, hayata tutkulu, zeki, liseli genç gibi heyecanlı… Kulakları biraz ağır duyduğu için sorularımı peş peşe iki kez sormak zorunda kalıyordum. Olsun o samimiyeti ve gülümseyişi yetiyordu doğrusu.
 Karşımda sanırım seksenini devirmiş koca yürekli bu beyle koyu bir sohbete başladık. Doğrusu duyduklarım beni çok şaşırttı.

Yazarlar birbirinin dilinden anlar, sıkıntılarını hisseder. Konuşmak, dinlenilmek en büyük ihtiyaç onlara… Hayata bakışları hep farklı, duygusal olsalar da mantığı hiçbir zaman elden bırakmazlar. Dosta, arkadaşa hep değer verirler. Aileleri hiç yazdıklarını desteklemese de onlar her şeye rağmen yazarlar duygularını. Yazmadan yapamazlar. Yazmak nefes almak gibidir. Sait Faik Abasıyanık’ın dediği gibi: “Yazmasam deli olacaktım!”

1936 yılı Kırıkkale doğumlu olan, aslen Arnavut kökenli bir aileden gelen Demir Ali İçöz, nam-ı diğer Babişko, ilkokuldan sonra şartları okumaya el vermemiş. Kolay değil o zor dönemde dokuz kardeş, masraf çok, gelir yok gibiymiş… Okumayı çok istese de ne yazık ki ailesinin o zamanın şartları gereği yoksulluk ve cehalet buna izin vermemiş. Ama o, okumayı hep sevdi fırsat buldukça da çeşitli kitaplar okudu. O dönemde, defter, kitap, kalem bulamıyordu. Ailesinin buna gücü yetmiyordu. Kese kâğıdı buldu mu mutlu oluyor çünkü eski gazete olsa da okumanın, öğrenmenin zevkine varıyordu. Daha sonra dışarıdan otuz yaşlarında ortaokulu bitirdi. Yaşamı boyunca hep zorluklarla savaştı, adaletten yana oldu, gücü yetmiyorsa da o ortamı hemen terk etti.
Evin çevresini dikkatlice gözlerken evinin tam karşında çam ağaçları içinde biraz büyük bir kulübe dikkatimi çekti. Herhâlde hayvan besliyordur, koku rahatsız etmesin diye de evinden uzak yapmış bu kulübeyi dedim ama yinede meraklanıp sordum. Aldığım cevap beni çok şaşırttı. Meğer Ali Baba bu barınak gibi kulübeyi kendine yazlık yapmış. Evinin çatısı olmayınca Çukurova’nın kızgın temmuz, ağustos ve eylül ayında evini bırakıp kulübesine gidip çamların gölgesinin altında uyuyormuş. Orada yiyip içiyormuş. 

Özellikle seksen beş yaşındaki bir kişinin böyle çevresini temiz tutarak, yeşillendirerek çalışması ve hayata pozitif bakması, yaşamayı sevmesi beni ziyadesiyle mutlu etti.

Babişko, yazmayı kendine dost edinmiş. Fırsat buldukça hep yazmış. Yazarken dertleşmiş gibi… Başkalarından da beğendiği güzel sözleri toplamış, sonra Silifke'de cebinden paralar vererek bastırmış, bahçesinin çiçekleri gibi onlara özenip bakıyor ve bizim gibi meraklılara da şiir ziyafetini gönüllü veriyor.

Babişko, iş hayatına çok erken 14 yaşında başlar. Bir an önce para kazanmaktı tek derdi, kendine ve ailesine yardım etmek için düştü yollara... Önce Devlet Üretme Çiftliği sonra şeker ve gübre sanayisinde çalışmış. İşinden dolayı, uzun yıllar Kütahya'da kalmış. Arada hep şiir ve anılarını yazıyormuş defterine. 

Başından geçen olumlu, olumsuz olayları sade bir dille, içinden geldiği gibi kimine sevdasını, kimine hayallerini, kimine de haksızlıkları, çaresizlikleri ve yanardöner, kıskanç arkadaşların hayırsızlıklarını anlattı. O anıların arasına birkaç şiirini de serpiştirdi ve 255 sayfadan oluşan “İnsanı Bulmak” adlı bir kitap çıkardı. 
O zamanın şartlarında okuma yazma bilen çok az. Babası gibi birçok kişi okuma yazma bilmiyordu. Yeni kurulan Cumhuriyet devleti, enkazı topluyordu.Yurdun dört bir çevresindeki maddi manevi güçlü devlet, bu ülkeyi bölmek ve paylaşmak derdindeydi ne yazık ki…Şartları ne kadar zor olsa da Babişko kendini elinden geldiğince geliştirmeye ve okumaya yöneltiyordu.  O, çocuk yaşında başladığı iş hayatına devlet sektöründe 25 yıl faal çalıştıktan sonra 43 yaşında bir genç olarak emekli oldu. Ama o, hiç boş durmadı… Çalıştığı her ortamda çalışkanlığıyla dikkat çekti. İnşaat işine girdi yıllarca yine çalıştı. Dürüstlüğünü, işine verdiği önemi hiç bırakmadı çoğu zaman çevresindeki arkadaşları onun çalışkanlığını, dobralığını, işinin peşinde koşuşturmasını hep kıskandılar ve onun yufka yüreğini yaraladılar içten içe… O ise pasifliğinden değil edebinden susuyor ya da ortamdan çekiliyordu.

Her kesimden dostlukları oldu. Farklı renkli yaşamları gözledi kalemine işledi. Yazmak içindeki boşlukları dolduruyordu. Okumak isteyip de okuyamaması onun en büyük kanayan yarası idi. Yıllar sonra Akdeniz'e geliyor ve tek başına yerleşiyor. Buraları öyle seviyor ki nüfusunu bile Yanışlı köyüne aldırıyor. Komşu yazlık sitede yıllarca çalışmış, sonra da kendine bahçe içinde bir ev yapıyor. Yan tarafında üç komşusu, önünde Akdeniz maviliği, sağ tarafı dağ çam ağaçları, arkasında zeytin ağaçlarıyla otoban tünel yapımı ve evinin çevresini çevreleyen bahçesi. En önemlisi de şiirlerini, güzel sözlerini yazdığı, tabelaları göz dolduruyordu. Ve evinin dört bir yanında bu şiir ve beğendiği güzel sözleri de bizim gibi meraklıların uğrak yeri oluyordu.

Yazılan o tabloları inceledikçe kafamda bin bir soru oluştu Demir Ali İçöz Bey'e sormaya çalıştım. Eşiniz hayatta mı, dedim. Eşinin memlekette hasta olduğunu ve kızlarının annesine sırayla baktıklarını söyledi. Ali İçöz Bey sanırım Akdeniz'in büyüsüne kapılmış ve burayı kendine mekân yapmış. Kendine göre buraları mekân seçmesinin mutlaka sebepleri vardır. Tek başına yaşamak çok zor olsa da o kendine bir düzen kurmuş. Üç komşusuyla buraları çok sevmişti. Yaz sezonunda ilerideki yazlıkçılardan da tanıdık arkadaşlarıyla buluşuyor, görüşüyormuş. Daha önce o sitede çalıştığı için, orada dostları varmış.
Bahçedeki iki salıngacı görünce hemen bir bindim, içimdeki çocuk birden heyecanlandı ve merakla sordum. Bunlara kim biniyor dedim. İki komşunun çocuklarını düşünüp onları mutlu etmek için bu salıngaçları yaptırmış. Çocukları mutlu etmek için her şeye değer diyor. Birilerini düşünerek bir şeyler yapmak ne kadar asil, güzel bir davranış.

Yüreği sevgi dolu ama yalnız ve yaş 85. Bu yaşta eş, çocuklar, torunlar illaki olmalı ama hani neredeler. Belki de herkesin kendilerince haklı sebepleri vardır. Ama açıkçası ben üzülmesin diye merak ettiklerimi Ali babaya soramadım. Bu yaşlı hâli ve yalnız yaşaması beni derinden çok üzdü. Yalnız yaşamak çok zor ve zahmetli… Her birey kendi kurduğu ailesinin menfaatini ön planda hep tutar… Anne ve babalar ikinci plana düşer. Gurbet elde tek başına yaşamak kolay değil. O, bu yaşamı gönüllü seçmiş olsa da sanırım birçok sebebi vardı. Yüreğine gizlediği sırları kim bilir ne kadardı…

Hani bazen hepimizde olur ya... Başımızı alıp dağ başına çıkmak, tek başına herkesten uzak yalnız yaşamak ve kalan ömrümüzü de orada sakin bir hayat sürdürmek... Ya da bazen birilerine kızar, ondan uzaklaşmak ya da yaşadığımız o yeri terk edip yeni bir mekân ararız, büyük bir istekle o yeni mekânı çaresizlikten kendimize yurt ediniriz. İşte burada öyle bir öykü kokuyordu.

Özellikle doksanına yaklaşmış bir kişinin böyle çevresini temiz tutarak, yeşillendirerek, çalışması ve hayata pozitif bakması, yaşamayı sevmesi beni çok mutlu etti. Hayata hemen küsenlere büyük örnek…

Emekli olan her birey hayata böyle baksa çalışsa üretse kendine çevresine duyarlı, gücü yettiğince de verici olsa çok güzel olmaz mı? Ölümü beklemek çok acı. Şartlar ne olursa olsun son nefese kadar her iki dünyada da gözün olacak ve sevgi ve sevdiklerimiz şart derim kendimce…
  03.03.2021 
                                       Fatma Özger Bilgiç