Her sanat dalı insanlığa hizmettir. Sanatın amacı, doğru düşünen, kendini geliştiren, hayata çok yönlü bakan, ruh dünyasına sağlık, huzur veren bireyleri yaratmaktır.

Sanat, bir toplumun can damarıdır. Toplumun huzuruna, bilimine, kültürüne, tarihine... ışıktır, hizmettir, mutlu gelecektir. Sanatta ileride olan toplumların refah seviyeleri de daha yüksektir. Sanatla iç içe olan toplumlar girişken, yapıcı, üretken olur ve o toplumu oluşturan bireyler de birbirlerini daha çok anlar, kişiler arası iletişimleri de üst seviyededir. Birbirlerine saygı ve sevgilerinde de daha duyarlı olurlar.
Her sanat dalı aslında insanlığa hizmettir. Sanatın amacı, doğru düşünen, kendini geliştiren, hayata çok yönlü bakan, bedene ve ruh dünyasına sağlık, huzur veren bireyleri yaratmaktır.
 Özellikle edebiyat, ruh dünyasının karanlıklarına doğan güneştir. Çocuk yaşta okumaya alışmış kişiler, bir ömür okumaya zaman ve bütçe ayırır, kendilerini geliştirirler. Hayatın tüm zorlu yanlarını da çok okumanın verdiği bilgi, sezgi ve farklı düşünme ile o zorlukları daha çabuk aşarlar. Olumsuzluklara fazla takılmazlar. Olumluya odaklanırlar.
Yazmak, kolay gibi görünse de çok zordur. Yazılan her cümle beyin süzgecinden defalarca geçer. Bir eseri yazmak için birçok eser okunur, yorumlara kulak verilir ve aklın yolunda yürüyerek hayal dünyasının da tüm zenginliğinden yararlanılır. Bazen bir esere günlerce bazen de yıllarca emek verilir. Göz nuru, akıl nuru, gönül sevdası birlik olur sabra sarılır ve yazılmak istenen eser böylece ortaya çıkar.
 Gelişmiş toplumlar yazarına, şairine değer verir, onları sahiplenir. Maddi manevi onu destekler. Her düşünceye her duyguya da saygı duyarlar. Bilirler ki destek verdikçe yazarın daha güzel eserleri ortaya çıkacaktır. O topluma da daha çok faydalı olacaktır. Bizde de yazan, okuyandan daha çok. Bu asırlar önce de böyleymiş. Şimdi de böyle... 17. yüzyılda  “Sabit’ten itibaren “Her kaldırım taşının altından bir şair”in çıkması sık sık eleştiri konusu edilmiştir. Sünbülzade Vehbî’nin şiirin ayaklar altına alındığı bir dönemde kendine şair demekten utandığını söylemesi, nicelikle artışa karşılık nitelikçe yozlaşmanın ulaştığı boyutu göstermesi bakımından ilginçtir.”
 Duygusal bir millet olan biz Türkler, sanırım duygu ve düşüncelerimizi konuşarak paylaşmaktan çok, yazmayı tercih ediyoruz. Sabırsız, tez canlı olmak ve küçük yaştan okuma alışkanlığı edinemediğimiz için genel olarak okumuyoruz.
 Ne yazık ki bizim toplumda yazanın da pek kıymeti bilinmiyor. Asırlardır bu böyle gelip gidiyor. Yazarlar, yaşadığı devirde ne zorluklar aşarak yazmaya devam etmişler. Sürgüne gönderilenler, işkence görenler, hapse girenler, öldürülenler... Bizde birçok şair-yazar vatanına, memleketine yıllarca böylece hasret kalmış. Ömrünü istemediği yerde yaşamış ve ömrünü vatanına, sevdiklerine hasretle bitirmiştir. Bu ne acı ama gerçek. Örneğin, edebiyatımızın tarihine yön veren bir devre damgasını vuran Tanzimat dönemi şair-yazarlarının hayatına baktığımızda sürgünlerde biten ömürler olduğunu görürüz. Günümüzde bile o eserler hâlâ bizlere ışık oluyor, yazanlara da feyiz veriyor. İşte dönem dönem biz devlet olarak da toplum olarak da bizim için ömür veren şair-yazarlarımıza haksızlıklar yapmışız öyle değil mi? Onların hak ettiği sevgi, saygıyı verememiş, onlara maddi olarak da destek olmamışız.
 Her toplumda, yazanlar, o toplumun kalkınmasına, birlik beraberliğine, duygu dünyasına hizmet etmeli. Değişen dünyanın değişiklerini bize sunmalı... Yazmak da okumak da ihtiyaçtır. Karşıt görüşlü yazılan her esere de saygı duymak gerekir. Yeni fikirler bizi monotonluktan alır, bakış açımızı geliştirir. Bu bir zenginliktir, yeni eserlerin çıkışı olmalı her zaman... Farklılık olabilir, yeniliğe açık olmak gerekir. Yeniliğe açık olmayan toplum yerinde hep sayar. Dünyada tüm değişimleri takip etmek gerekir. Biz toplum olarak değişikliğe açık değiliz. Herkes aynı düşünemez, farklı düşüneni de desteklemek lazım, her rengin farklı bir güzelliği vardır. 

Her çiçeğin kokusu farklıdır hepsi de ihtiyaçtır. Mesele o farklılıkta o gizemi, mesajı yakalamak ve emeğe saygı duymaktır. Kişinin varsa hatası, kusuru da yapıcı bir dille kendisine bizzat söylenmeli. Toplum içinde rencide etmek edebe terstir. Edebiyat edepten gelir. Bildiklerimizi birbirimize öğretmek de bir görevdir. Paylaşılmayan bilgi bencilliktir. Toprağın altına saklanan para kimseye faydası olmadan çürüyüp gidecektir. Bizden iyi olanı takdir etmeli; bizden kötü olan varsa da elimizden geldiğince ona yol göstermeli, yardımcı olmalıyız. Edebiyatın gereği de bunu ister sanırım. 
Bizim toplumda genelde şair-yazar okunmadığı - takip edilmediği için öldükten 60-70 yıl sonra birileri keşfeder, toplum tarafından tanınır ve o eserlerin değerini konuşanlar çıkar ve o eserler çok kıymete biner. Ama gönül ister ki o şair-yazar yaşarken de görsün o sevgi-saygıyı... Sevgi ve saygı, şairi-yazarı besler, yeni eserlere de ilham olur.
 Edebiyatımızın tarihine baktığımızda şu görüyoruz: Önce zengin bir sözlü edebiyat var. Sonra halk edebiyatı canlanıyor ve duygu, düşüncelere dil oluyor. Yazının icadıyla birlikle ilk şiirle başlayan metinler tarihimizin bizlere armağanıdır. Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra Arap kültürünü - edebiyatını da merak etmişler. Divan edebiyatı Arap ve Fars edebiyatlarının etkisiyle ortaya çıkan bir edebiyattır. Ülkemizde divan edebiyatı da 13. yüzyıldan itibaren gelişir. 

 Kaynaklara göre Horasan Türklerinden Hoca Dehhani, 13. yüzyılda Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat’ın isteği üzerine “Selçuklu Şehnamesi” adında bir eser hazırlıyor. Fakat bu eser, bugüne kadar ele geçmemiştir. Arkasına Mevlana gibi büyük düşünürler ve birçok şair divan edebiyatına merak sarmış Arapça, Farsça, Türkçe eserler farklı şairlerin kaleminden ortaya çıkmış. Zamanla bu edebiyat bir üst zümre edebiyatı olmuş. Osmanlı padişahları bile bu akıma merak sarmıştır. İlk divanı olan padişahımız, Avni mahlasıyla yazan 2. Mehmet yani Fatih Sultan Mehmet olmuş. Kanuni dönemi divan edebiyatı Baki, Fuzuli, Hayali... ile zirve yapmış. Kanuni’nin divanı ise en kapsamlı padişah divanı olmuş. 16. yüzyılda yani üç asır sonra bizim şairler Fars edebiyatını geçen eserler vermişler.
 Divan edebiyatı geliştikçe halktan kopmuş, Enderun edebiyatı olmuş. Bazı şair ve yazarlar bu gidişten mutlu olsalar da bazıları da halkın okuyamadığı bu ağır dilli edebiyatı eleştirmiş ya halk edebiyatını ön plana çıkarmaya çalışmış ya da 20. yüzyılın sonlarında Fransa’da doğan ve tüm dünyaya yayılan Batı edebiyatı dediğimiz yeni tarz edebiyata merak sarmış. Şair-yazarlarımız bu yeni akımı merak etmiş ve son çıkan eserleri incelemiş, bazılarını Türkçeye çevirmiş.
 Tanzimat dönemi ile temelleri atılan Batı’ya yönelme edebiyatımız roman, hikâye, tiyatro, makale… gibi yeni edebî türler de ortaya çıkarmıştır.  Bu Batılı tarz eserler Servet-i Fünûn döneminde de geliştirilmiş, çeşitlendirilmiştir.Divan edebiyatı, halk edebiyatı ve Batı edebiyatında da kendini çok iyi yetiştiren şair-yazarlarımız çıkmış. O zor şartlarda binlerce eserler yazılmış. Hâlâ bu eserler zevkle okunuyor. Hatta her dönem uçlar ortaya çıkmış ve aralarındaki bu yarış yeni eserlere de konu olmuştur. Roman, hikâye, makale, eleştiri, tiyatro gibi bu dallarda çeşit çeşit eserler yazılmıştır.
Özellikle edebiyat tarihimizde en çok da şair şaire, yazar da yazara zarar vermiş. Bu gerçekten çok acı... Şair ve yazarların arasındaki bu farklı tarzlar bazen sert eleştirilere sahne olmuş ve eleştiri tarzı eserler de çoğalmıştır. Eleştiri türü de böylelikle gelişmiş. Her yenilik çok zor kabul görmüş, o dönemin şair yazarları taşlı, çakıllı yolları tırnaklarıyla açmış ve tüm bu engelleri aşmak için büyük mücadele vermişler.  Bazı eserler çok eleştirilmiş, yasaklanmıştır. Gönül ister ki bu tartışmalar yapıcı, saygılı ve etik olsun.
 En acısı bizler her değişiklik yapana saygı duymayı bırak karşı çıkmışız, engel olmaya çalışmışız, onu hor görmüşüz emeğe saygı duymamış ha bire eksik aramış ve sert bir şekilde eleştirmişiz. Sanatçının siyasi yönünü bazen de özel hayatına yönelmiş asıl olan eserini unutmuşuz. Özel hayat bizi ilgilendirmez. Biz yazdığı eserlere odaklanıp onlardan faydalanmalıyız. Şair-yazarın hak ettiği değeri vermeyi bırak onu çok kötü bir dille eleştirmiş, yalanlamış, kıskanmış, vatan haini saymış, dedikoduyla o sanatı, emeği küçümsemişiz.
 Yıllarca eski edebiyat yeni edebiyat tartışmasına girmişiz. Hâlbuki ikisi de farklı yanlarıyla sanat- emek bizlere örnek olmuş, okuyucusu farklı olsa da edebiyat dünyasına zenginliktir, gerekliliktir. Evrensel olan bu sanat vasıtasıyla konu zenginliği ve tür zenginliği ile bizlere çok güzel eserler bırakılmış. Her toplumda farklı kişilikler, farklı ortamlar, farklı eserler olmalı. Birilerinin birilerini küçümsemesi, hor görmesi, çok sert eleştirmesi, dışlaması bilinçli yazan kişilere yakışmaz. Yazar, yazara saygı ve sevgi çerçevesinde eleştiri yapmalı kişiliği zedeleyici konuşmalar, yazılar olmamalı. Ama ne yazık ki tarih boyunca birileri birilerine destek olmaktan çok köstek olmuş. Sert eleştirmiş, aşağılamış emeğe saygı duymamış. Bunun birçok örneği ne yazık ki var bizde de...
 Bazı şairler çok farklı söylemlerde bulunmuşlar. Dönemin önde gelen şair- yazarı Cenap Şahabettin hece ölçüsüne: “Parmak hesabı” demiş. Ahmet Haşim: “Köylü Vezni” diyerek hece yazanları küçümsemiş. Yahya Kemal ise 1922’de orta yolu bulup  “Hece ve aruzun iki kardeş nehir.” olduğunu söylemiş. Arka arkaya birçok farklı akım, edebiyatımıza gelse de her gelen akım bir öncekini eleştirse de kendisi de bir önceki akımdan beslenmiş ve eleştirse de zaman zaman eleştirdiğini de kendisi de yazmıştır. Gelenekten her dalda her şair yararlanmıştır.
                                                                                    19.01.2024
                                                                            Fatma Özger Bilgiç