Nakıbın havuzunda öğrendik yüzmeyi, üç geverde çimmek inanılmaz keyif verirdi. Çocuktuk işe. Ne kadar da mutluyduk

Dinle Mehmet

Bu şiir acılı, bu türkü ezgili.

Ama ne var ki hakikat bu söylenmeli.

Bir kar yağar Mehmet gül bahçelerine,

Tomurcuklar donar, çiçekler üşür.

Beyhude dolanır bal arıları.

Bu kaçıncı hüzünlü bahar, bu kaçıncı tufan

Ben Adıyaman’ım, acılarla doluyum.

Ben bahtı kara Anadolu’yum.

Diye başlardı şiirlerimiz, türkülerimiz.

Acılı olsa da hikayelerimiz, mutluyduk bu şehirde.

Cumbalı, geniş avlulu evlerimiz vardı, üç beş ailenin yaşadığı.

Yuva sıcaklığındaydı evlerimiz henüz mesafeler yokken komşularımızla aramızda.

Sınır koymamışken akraba ve arkadaşlarımızla aramıza.

Nakıbın havuzunda öğrendik yüzmeyi, üç geverde çimmek inanılmaz keyif verirdi. Çocuktuk işe. Ne kadar da mutluyduk Ziya emminin üç tekerlekli bisikletinde 25 kuruşa geçirdiğimiz zaman diliminde.

Bayramlarda sinema önlerinde satılan bici bici tadındaydı hayat bizim için, rengarenk ve tatlı.

Şamil gür sesiyle haydi başlıyor, iki film birden diye bağırırdı,

Bizler şehir sinemasının tahta sandalyelerinde seyrettiğimiz Ayhan ışığın Nebahat çehreye aşık olduğu filmlerdeki gibi aşklar yaşamadık belki;

Ama bu şehrin sokaklarında aşık olduk. kelimesiz aşklar yaşadık Adıyaman lisesinin koridorlarında.

Hayat kör Hacının beş kuruşluk gülüşündeydi sanki. O gülünce tüm çarşı gülerdi. Keşke yirmibeş kuruşluk gülseydi çopur Hacı. O zaman belki hepimiz mutlu kalırdık bir ömür boyu.

En güzel kebabı osso dayı yapardı. Dellal Sait in sesini duyardık oturakçı pazarında. Kel Şükrü dayı bir kazandan beş çeşit yemek çıkarardı, mucizeler dökülürdü kepçesinden kaselere.

Sıratut caddesinde bir köşede tommix Texas okurdu birileri.

Delikurt Remzi vatan sevgisini aşılardı bize, külhan kahvesinde.

Bir başka kahvehanede işçi devrimini, proleteryayı anlatırdı birileri gençlere.

Sonra ne güzel has bahçelerimiz vardı. Şekere banar yerdik güzelim marulları.

Yazlık sinemalarımız vardı ailecek gittiğimiz.

Sultan nevruzumuz vardı, konu komşu hep beraber gittiğimiz.

Ne güzel di o günlerimiz.

Sonra lüks yaşama merakı sardı hepimizi.

Güzelim taş ve topraktan yapılı, avlulu cumbalı evlerimizi terkedip, has bahçelerine yaptığımız lüks sitelerin lüks apartmanlarında yaşamaya başladık.

Çocukluğumuzu,  gençliğimizi, anılarımızı bırakarak kadim şehrin sokaklarında.

Sonra bunlarda yetmedi bize, dört artı bir, beş artı bir evler, rezidanslar yapmaya başladık tarım yapılması gereken arazilere.

Ve 6 Şubat sabahı saat 4.17 de tabiat adeta intikam aldı bizden. Hayat durdu o andan itibaren, saat kulesindeki saatin 4.17 de durduğu gibi. Bütün şehir enkaz altında kaldık. Çocukluğumuz, gençliğimiz, hayallerimiz, ümitlerimizde.

Sağcı, solcu, Alevi , Sünni, Kürt, Türk hep birlikte öldük bu enkazların altında, ama hep birlikte yaşamayı beceremedik bir türlü.

Kahtalı Mıçe ağıt yakmasın bundan böyle,

En kahredici ağıt sesleri duyuldu enkaz altından çünkü, “kurtar beni baba” diye.

Kahtalı hamido abim acıklı türküler  söylemesin artık.

En acıklı türküler enkazdan yükseldi semaya doğru “sesimi duyan varmı” diye.

Necati ATAR bıraksın hikaye yazmayı, en dramatik hikayeler bu şehrin sokaklarında dolaşıyor dilden dile.

Ülkemin en iyi şairleri bıraksın acılı şiir yazmayı,

En acılı şiirler yazıldı enkaz altından “bizi kurtaran yokmu?” diye.

İki defa ölürmü insan?

Bir şehir iki defa yıkılırmı hiç?

13.24 te yeniden öldük binlerce kez.

Yeniden yıkıldı hayallerimizin şehri.

Adı yamandı

Adı gitti yaman bir acı bıraktı bize.

Ve gidenler;

acılarını bırakarak gittiler biz kalanlara, hepimize.

Oysa çok sevmiştik biz bu şehri,

İhanet etti sevgimize.