(TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİNE BİR BAKIŞ)

9'uncu ve 10'uncu yüzyıllardan sonra gruplar hâlinde Site Uygarlığı'na (Yerleşik Hayat = İslâm Uygarlığı) geçerek Müslüman olan Türkler; en büyük insan ve en büyük peygamber Hazreti Muhammet'e duydukları derin ve samimî saygılarından ve yüksek sevgilerinden dolayı Araplara, hep farklı bir ayrıcalıkla yaklaşmışlardır. Bu farklı yaklaşımın bir sembolü olarak onları (Arapları), "Kavm-i Necip" (seçkin kavim = üstün millet) şeklinde nitelendirmişlerdir. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemlerinde Araplara olan bu sevgi ve saygı duygusu hep muhafaza edilmiştir.

Yüzyıllar boyunca, aydınlarımızın, bürokratlarımızın hatta milletimizin bütününün; Türkçenin üzerindeki Arapça tahakkümü karsısında seslerinin çıkmamasının belki de en önemli sebeplerinden biri budur. "Kavm-i Necip'in dili de lisan-i neciptir." anlayışı, nedense hep hakim bir anlayış olmuştur.

10 yüzyıl boyunca İslâm dininin şerefli bayraktarlığı görevini lâyıkıyla yerine getiren Türk milleti; kavm-i necip olan Arapların, bir gün -tabir caizse- kendilerini arkadan bıçaklayacağını akıllarına bir an olsun getirmemişlerdir. Arapların, başka bir dinin temsilcileri bulunan İngilizler ve Fransızlar yanında yerlerini alacaklarını hesaplayamamışlardır. Birinci Dünya Savaşı'nda Türk ordusunun Halep'ten çekilmesiyle birlikte Halep sokaklarında, ev balkonlarında Fransız askerlerini Fransız bayraklarıyla karşılayan Arapları düşünememişlerdir. Kavm-i necip olan Arapların, kuvvetli bir din bağı ile kendilerine bağlı olacaklarını; bütün Arapların birer ashab-ı kiram, bütün Arap şeyhlerinin de Hülefa-yı Raşid’in olacağını zannetmişlerdir. Bu zan, Türk milleti için büyük bir şanssızlık olarak tarihe geçmiştir.

Türk Ordusu, Birinci Dünya Savaşı'nda mağlup olunca kutsal topraklardan çekildi. Çekilirken geride gözü yaşlı analar, Mehmed'ini yitirmiş dullar, yetim kalmış çocuklar bıraktı. Bütün bunların ötesinde, Kavm-i Necip'e duyulan sarsılmaz sevgi ve saygının yerini, derin bir üzüntü ve hayal kırıklığı aldı.

Her yıl İstanbul'dan götürülen altın sırmalı Kâbe duvar örtüsü, yine Kâbe sokaklarının yıkanması için götürülen gül suyu artik geride kalmıştı. Kavm-i Necip'in rahatlığı amacıyla yapılan Bağdat - Hicaz demiryolu hattında artık Fransız ve İngilizler seyahat ediyordu.

Bunların hepsinden daha acı olanı ise, Arapların anlamadıkları, muhtemelen hiçbir zaman da anlayamayacakları, senaryosu çok iyi çizilmiş bir oyuna gelmeleriydi. Araplar; İngiliz ve Fransızların, yani Avrupa'nın oyunlarına maruz kalmışlardı. Artık, bu oyunlardan kurtulmaları da oldukça zordu.

Türkler tarafından seçkin kavim olarak nitelendirilen Arapların kötü niyetlerini ortaya koyan Ergün HİÇYILMAZ “Teşkilât-i Mahsusa” adlı eserinde şunları söylemektedir:

“Osmanlı hizmetindeyken Arap subay ve memurların büyük çoğunluğunun devlet aleyhinde faaliyette bulundukları ve bir bölüm kişinin daha etkin bir tutum içinde ajan görevi yaptıkları tespit edilmişti.

İş bununla da kalmamıştır. Meclis-i Umumî, yani Osmanlı Parlamentosu’nda bulunan Arap temsilcileri tam bir casus davranışı içine girmişler, Mekke şerifine yolladıkları mektuplarda ‘Mekke’nin yönetimini derhal ele geçirmesini ve Arap başkaldırmasına öncülük etmesini’ istemişlerdir. (Mektubun tarihi: 12 Şubat 1911) (Hiçyılmaz, 1979: 83)

“Ahad örgütünden de daha büyük ve daha önemli bir örgüt vardı ki, Suriye’de kurulmuştu. Suriye’nin özgürlük ve kurtuluşunun sağlanması amacına yönelmişti. Suriye’deki aydın sayılabilecek her sınıf insan; yazar olsun, doktor olsun, arazi sahibi ya da devlet hizmeti gören üst seviye memurları olsun bu cemiyete üye olmuşlardı. Ve onları birbirlerine kenetleyen bir tek amaç, bir tek umut vardı:

Türk devletini parçalamak.” (Hiçyilmaz, 1979:86)

Yukarıdaki alıntılarda ifade edildiği gibi, Araplar, Türk devletinin gücünün zayıfladığı 19'uncu yüzyılın sonlarından itibaren ayaklanma senaryolarını çizmeye başlarlar. Devlet yöneticileri, ayaklanma projelerine mukabil Arapları defalarca doğrudan ya da dolaylı olarak uyarırlar. Çeşitli temsilciler aracığıyla Türklere karşı düşmanca tavır ortaya koymalarının yanlış olacağı Araplara hatırlatılır.

Sadrazam Enver Pasa ve 4'üncü Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın telgraf emirleri doğrultusunda kutsal topraklarda bulunan Teşkilât-i Mahsusa Başkanı Eşref Bey; Mümtaz Bey, Mehmet Âkif (ERSOY) Bey ve Şeyh Şerif Salih Bey’i de yanına alarak Mekke Emiri’nin oğulları Faysal ve Ali’nin karargâhına gider. Padişah tarafından görevlendirilen ve “Necid Heyeti” olarak bilinen bu heyet; İslâm birliğinin bozulmaması, Osmanlı Devleti’ne karşı yapılan ve yapılacak olan isyan hareketlerinin durdurulması, Avrupa devletlerinin oyunlarına alet olunmaması için Arap şeyhlerini ve Arap toplumunu son kez ikaz eder. Özellikle, Necid Heyeti üyesi Arap kökenli Şeyh Salih Şerif’in konuşması tarihî öneme sahiptir. Bu konuşmadan kısa bir bölüm alarak Necid Heyeti’nin düşüncelerini belirtmekte büyük yarar vardır:

“Peygamberimiz, ‘Benim dinimin temel direği Türklerdir. Türkler, Allah’ın cesur süvarileridir.’ dememiş midir? Feth-i mübîn bir hadis-i kudsî ile Türk milletine vaad ve emanet edilmemiş mi idi? Asırlar geçmiştir. Belki hatalar olmuştur, kusurlar olmuştur. Bugün bütün bunlar hoş görülmeli ve evvelâ dünya yüzündeki en büyük Türk devletinin bekası ve varlığı temin edilmelidir.” (Kutay, 1963:91)

Araştırmacı, yazar Cemal KUTAY, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in isyancı tutumu ve İbn-i Suud’un İngilizlerle olan iş birliği konusuna da şöyle açıklık getirmektedir:

“... Mekke’de, üstelik Peygamberimiz’in soyundan olduğunu iddia eden Şerif Hüseyin Paşa, nimet ve lütfu iliklerine kadar işlemiş olan imparatorluğumuzu en nazik ve buhranlı günlerinde arkadan vuracak, isyan edecektir.” (Kutay, 1963:98)

“İbn-i Suud üzerinde İngiliz tesiri ve nüfuzu gittikçe artıyor; fakat Şerif sülalesinin isyan hareketine daha yakin gelecekte muntazır olan Londra, çölün bu bölgesindeki tasavvurlarını geciktirmiş bulunuyordu.” (Kutay, 1963:102)

Arapların Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki temsilcilerinden Faysal ailesinin İngilizlerle iş birliği içinde bulundukları da tarihî bir gerçektir. Faysal ailesi, görünüşte Osmanlı Devleti'ne bağlı, sadık bir teba iken, gerçekte İngilizlerin türlü oyunlarına mağlup olmuş, anî saldırılarla Türk askerini zayıf duruma düşürmüş Arap milliyetçiliğini ön plâna almış bir ailedir. Bu ailenin gerçek amacı; her şart ve durumda Osmanlı'dan ayrılarak kendilerine özgü bir devlet kurmak ve bu devletin başına geçebilmektir. Bu amacı gerçekleştirmede en büyük dayanakları da doğal olarak İngilizlerdir, İngilizlerden alınan silâh ve mühimmattır.

Osmanlı padişahı tarafından görevlendirilen Eşref Bey, Şeyh Şerif, Mümtaz Bey ve Mehmet Âkif (ERSOY) Bey; Mekke'ye giderler ve Mekke Emiri'ne padişahın özel hediyelerini takdim ederler. Onlar, bu görevlerini yerine getirirken Arap - İngiliz iş birliğini ve Arapların Osmanlı'ya karşı olan gerçek niyetlerini de ortaya çıkarmak isterler. Bu nedenle, başta Teşkilât-i Mahsusa'nın Başkanı Eşref Bey olmak üzere heyetteki diğer üç kişi de Arap önderleri ve Arap halkı ile derin bir münasebette bulunur, önemli bilgiler toplarlar. Bu heyet ile Faysal ailesinden birinin Şam'da tanışmalarını ve Faysal ailesinin Türklere karşı olan riyakârlığını Cemal KUTAY, kitabında şöyle tasvir etmektedir:

"Irkına ve ailesine mahsus bir gösteri samimiyeti içinde, Teşkilât-i Mahsusa Reisi'nin elini öpmek istemek gibi aşırı hürmet gösteren genç Şerifzade'nin gözleri, Necid Heyeti'nin üzerinden ayrılmıyordu: Faysal, Şeyh Salih Şerif El-Tunusî'yi de, Mümtaz Bey'i de tanıyor; fakat Mehmet Âkif Bey'i ilk defa görüyordu. Mekke Emiri'nin oğlunun, Necid yolcuları hakkında 'kâfi derecede bilgi' toplamak için nasıl çırpındığını, şair Mehmet Âkif'e olan iltifatlarını dinlerken görmeliydi!

...

Âkif'in Medine'ye gelinceye kadar halletmeye çalıştığı mevzu Faysal'ın yanlarından ayrılırken, Eşref Bey'e söyledikleri idi:

'- Yolculuğumuzun müşterek olmasından mesudum...'

Yola çıkmalarından bir müddet sonra, Eşref Bey, Mehmet Âkif'in bu cümleyi kendi samimî ruhuna göre halletmesine mukabil 'ifşa' etti:

'- O, bu cümlesiyle rolünü ifaya devam ediyor. Ben de ona inanmış gözüküyorum. Ama hakikatte ikimizin yolu müşterek değil; tam tersine karşı karşıyadır. Hadiseleri bekleyelim... Bu hadiseler, zannederim çok sayan-i dikkat sahneler gösterecektir." (Kutay, 1963:76-77)

Necid Heyeti ve Mekke Emiri'nin oğlunun da bulunduğu tren Medine istasyonuna vardığında onları askerî bando marslarla karşılar. Cemal Pasa'nın önceden gönderdiği bir emirle Medine Muhafızı Basri Paşa askerî bir tören düzenler. Bu tören, Necid Heyeti'nden ziyade Şerifzade içindir. Nitekim Necid Heyeti, Şerifzade ve maiyetinin trenden çıkmasından sonra onlar da trenden çıkarlar ve kalacakları yer olan Seyyit Esat'ın evine geçerler. Bu karşılamada üzerinde durulacak bir nokta vardır ki, Faysal ailesinin, Osmanlı'dan ayrı bir devletin temsilcileri gibi karşılanmalarıdır. Trenden ilk inen kafilenin başı durumundaki Şerifzade'yi, kardeşi Emir Ali, 150 kişilik muhafız kıtasıyla karşılar. Bu olayla ilgili olarak Cemal KUTAY, şunları söylemektedir:

"Mekke Emiri'nin iki oğlu da, Ali ve Faysal, Medine'de idiler. Daha büyüğü olan Emir Ali, kardeşini karşılayanlar arasında idi ve beraberinde 150 kadar şahsî muhafızı vardı. Osmanlı Devleti'nin resmî bir memuru ve Halife tarafından kendisine verilen dinî vazifeleri ifaya mezun bir adamın oğullarının, başka bir devletin topraklarında imişcesine böylece muhafızlarla geçmesi, zaten garabeti göstermeye yeter manzara idi." (Kutay, 1963:77-78)

Türk İstihbarat örgütü Teşkilât-i Mahsusa, faaliyetlerini Birinci Dünya Savaşı yıllarında artırır. Ancak, özellikle İngiliz casuslarının mukabil faaliyetleri, Teşkilât-i Mahsusa görevlilerini çok zor durumlara sokar. İngiliz casusları içinde ise, özellikle Orta Doğu bölgesinde faaliyetler yürüten Getrude BELL, Captain Shakespeare ve Thomas Edward LAWRENS ön plânda gelir. İngiliz Gizli Servisi'nin adi geçen önemli elemanları, Arap cografyasında Arap milliyetçiliklerini körükler, Arapların önderlerini para ile satın alarak onların Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmalarını temin ederler. Bu kişilerden Shakespeare, 1915 yılında, İngiliz vaatlerinin yalan olduğunu anlayan Suudiler tarafından öldürülür. Shakespeare'den boşalan yeri ise bir diğer usta casus Lawrens doldurur. Türk düşmanlığını ateşlendiren bu casusların karşısında ise Teşkilât-ı Mahsusa'nın önemli elemanlarından Süleyman Askerî Bey, Eşref Sencer (KUŞÇUBAŞI) ve Nuri Paşa bulunur. Konuyla ilgili olarak Tuncay ÖZKAN, şunları ifade etmektedir:

"Teşkilât-i Mahsusa da Araplara para verir. Ancak, İngilizler kadar doyurmayı ve kandırmayı başaramaz. Sonunda Lawrens'in kışkırtıcı milliyetçiliğine esir olan Araplar, İslâm'ın kaynaştırıcılığı propagandasını yürüten, İngilizlere cihat ilân eden Osmanlı'ya karşı tutum alırlar. Lawrens'in altınla satın aldığı, derleyip toparladığı Araplar, bütün yarımadada Osmanlı askerlerini ve Teşkilât-i Mahsusa ajanları tek tek avlarlar. Onları arkadan vururlar. Bu toplu katliamlar, zaman zaman Lawrens'de bile tiksinti duygusuna yol açar. ... Araplar, daha sonra yanıldıklarını anlamış olsalar da artik tarih yazılmıştır." (Özkan, 1997:44-45)

Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve onun iş birlikçisi Lawrens'in özelliklerine temas eden bir diğer kitap da emekli Kurmay Albay Rahmi APAK'in "Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları" adlı anı kitabıdır. Rahmi APAK, kitabında şunları söylemektedir:

"Cemal Paşa'nın karargâhında bir rehine olarak nezaret altında bulundurulan Şerif Faysal, bir gece ansızın çöle kaçtı ve Mekke'deki babasının yanına gitti. Babası Şerif Hüseyin, Hicaz'da isyan bayrağını çekti. Mekke ve Taif'teki garnizonlarımız Şerif Hüseyin'in Bedevileri tarafından sarıldı. Memleket ile her türlü rabıtaları kesildi. İngiliz casusu Lawrens'in delâletiyle, Mısır askerleri ve topçu birlikleri Şerif Hüseyin kuvvetlerine katıldı. Mukaddes Hicaz, İngilizlerle birlikte, Mukaddes Müslümanların Halifesi'ne karşı harp açtı." (Apak, 1957:153)

İngiliz casusu Lawrens'in özellikleri, Resimli Tarih Mecmuası'nda şu şekilde verilmektedir:

"Thomas Edward LAWRENS, 1888'de doğmuştur. Zengin bir aileye mensuptur. Oxford Üniversitesi'nde arkeoloji tahsil etmiştir. Arabistan, Suriye, Mısır ve Filistin' de etütler yapmış; bir Arap kadar Arap dil ve âdetlerini, bir Müslüman kadar Müslümanlığın şartlarını ve inceliklerini öğrenmiş, her hâliyle sarka intibak etmiştir.

...

1915'te Mekke'de bulunan 80 yaşındaki Şerif Hüseyin'in doymayan menfaat hırsını vaatler ve altınlarla tatmin etmiş ve onun ardında âdeta bütün Arapları birleştirmişti.

...

Askerin ikmal yolları vuruluyor, zayıf depolar ve karargâhlar basılıyor, din ve devlet için Arabistan çöllerinde dövüşen kahramanlar müdafaa etmeye çalıştıkları ülkenin sakinleri tarafından öldürülüyorlardı. Çünkü, Lawrens, böyle istiyordu.

...

Albay Thomas Edward LAWRENS; maceracı ruhuna yarasan bir şekilde, bütün şuurunu kaybettiren bir motorsiklet kazasından sonra 19 Mayıs 1935'te Londra'da öldü." (Resimli Tarih Mecmuası, 1969: 74-75)

Kâzim KARABEKIR de "Gizli Harp: İstihbarat" adlı konferans metinlerinin toplandığı kitabında, Lawrens'le ilgili olarak şu açıklamayı getirmektedir:

"Misyonerler, yalnız Hıristiyan unsurları Türkler aleyhine ayaklandırmak için çalışmakla kalmıyorlar. Türklerin giriştikleri yenileşme hareketlerini Müslümanlıktan uzaklaşma olarak göstererek onların din kardeşleri olan Araplarla ve diğer Müslüman kavimlerle aralarını açmaya çalışıyorlardı. Yemen isyanlarında amil olanlar Hacı Ali, Abdullah Mansur adlı maskeli misyonerlerdi. Cihan Harbi'nde Mekke Emiri'ni hilafet ve saltanata karşı isyan ettiren ve çöl Araplarını Türk ordularının yan ve gerilerine saldırtanlar da bu tür maskeli misyonerlerdi. Bunlardan maskesi düşürülen sadece Lawrens'tir." (Karabekir, 1998:50)

İki Devrin Perde Arkası’nı yazan emekli Kurmay Albay Hüsamettin ERTÜRK de, Lawrens'le ilgili olarak şunları söylemektedir:

"Peygamber sülalesinden gelen ve Mekke Emiri bulunan Şerif Hüseyin; Hicaz, Suriye, Irak'ı kendi riyasetinde birleştirerek müstakil bir Arabistan Krallığı kurmak istemiş ve İngilizlere dayanmıştı. Entelicens Servis'in şefi ve güzel Arapça konuşan İngiliz miralayı Lawrens, bir Arap şeyhi kıyafetine girerek kabilelerin arasına dalmış, altınlar saçarak ve Müslüman görünerek pek çok kimseleri imparatorluk aleyhine kıyam ettirmişti." (Ertürk, 1969:119-120)

Lawrens'le ilgili düşüncelerini yansıtan bir diğer yazar ise Ergün HİÇYILMAZ'dır. "Belgelerle Teşkilât-i Mahsusa ve Casusluk Örgütleri" adındaki kitabında Lawrens'in bir arkadaşına gönderdiği mektubu yayımlamaktadır. Bu mektupta Lawrens, "Tezgâhladığım Arap isyanından bu yana, vicdanımı rahatsız edecek hiçbir şey yapmadım." demektedir. HIÇYILMAZ, araştırmasında, A. YOURG adlı bir kişinin düşüncelerine de yer vermektedir:

“Araplar, Türklerden hak ve adalet davranışı göremeyeceklerine inanmış olarak eğer bir Ingiliz gemisine ateş açacak olurlarsa İngiltere Hükûmeti’nin derhal müdahale edeceğini ve asker çıkaracağını umut etmektedirler. İstedikleri budur ve Türk yönetimi dışında her türlü yönetime razıdırlar.” (Hiçyilmaz, 1979:79)

Aynı yazar, Türk düşmanı, Avrupa yanlısı Arap örgütlerinin 1913 yılında, Fransızların desteği ile Paris’te gizli bir toplantı düzenlediklerini; bu faaliyetlerin önderi olarak da İbn-i Suud ve Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in bulunduğunu ve Şerif Hüseyin’in, bu amaçlar doğrultusunda İngiliz yöneticilerine yazdığı 14 Temmuz 1915 tarihli bir mektubun olduğunu belirtmektedir. Yazar, kitabında, ayrıca şunları söylemektedir:

"Lawrens, arkeolojik kazıları yönetiyordu.

Arap köylerine gire çıka, giysilerinden dillerine kadar sanki bir Arap olmuştu.

...

Lawrens, gazeteci eskisi Graves'in desteği ile ele geçirilen karşı casus ve esirlerden bilgiler topluyor; Osmanlı birlikleri hakkında her şeyi öğrenmeye çalışıyordu. En ufak bir bilgiyi ve ip ucunu bile değerlendiriyordu.

...

Ordu içinde ve yönetimde görevli Arap ve Ermeni asıllı kişileri tespit eden Lawrens, bunları servis aracılığıyla Rus haber alma servisine bildirdi." (Hiçyilmaz, 1979:127-128-129)

Ingiliz - Arap iş birliği ve Lawrens'le ilgili olarak Cemal KUTAY'in aşağıdaki düşünceleri de oldukça ilginçtir:

"... İngiliz propagandası, bütün çölü altın seli hâline boğarak, simdi de, o günlere kadar devlete sadık kalmış olan İbn-i Reşid ve oynak bir siyaset takip eden İbn-i Suud'a doğru dönmüştü. Aslında bir şarlatan olan ve bütün kuvveti bol bol dağıttığı altına dayanan o meşhur Lawrens, şimdi Necid çöllerinde idi. İngiliz altını, İngiliz silâhı ve İngiliz'in bu iki varlıktan daha çok cazibeli olan vaadleri ile çöl liderleri, artik son günlerinin yaklaştığı inancı umumî olan Osmanlı Devleti'nin safından bir bir ayrılmakta idiler." (Kutay, 1963: 58)

"Lawrens'in casusları ve İngiliz altınları, şimdi Suudî ülkesinde at oynatıyordu." (Kutay, 1963:114)

Yakın geçmişte meydana gelen savaşlar da bu senaryoların devamı niteliğindedir. Mısır - İsrail Savaşı, Filistin - İsrail Savası, İran - Irak Savaşı, Irak - Kuveyt Savaşı ve diğerleri. Son zamanlarda Arap devletlerinden Suriye ve Irak'ın terör örgütü PKK'yı desteklemesi, onlara kucak açması, militanlarını kurulan kamplarda eğitmesi, bu amaçla Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Devleti ile ilişkiler kurması da Batı'nın Araplar üzerinde gerçekleştirmek istediği oyunların devamı olarak düşünülmektedir. Suriye'nin, Türkiye'nin bir ili olan Hatay üzerindeki emelleri ve faaliyetleri de bu tür oyunların bir başka cephesidir.

Tarih boyunca Araplar, Türklerden kavm-i necip anlayışı görmüş; buna mukabil Türkler ise, samimî olmayan dost, bilinçli ve ihlaslı olmayan dindaş, akıllı ve uyanık bulunmayan komşuluk ilişkileri ile karşı karşıya kalmıştır. Bu tür ilişkilerin acı faturasını ise, özellikle Araplar ödemiştir. OYNADIKLARI OYUNLARININ NE DERECE BAŞARILI OLDUĞUNU GÖREN VE PERDE GERİSİNDEN KIS KIS GÜLEN İSE HEP BATI OLMUŞTUR.

Osmanlı Devleti'nin 19. yüzyıldan sonra sosyal, siyasî, askerî ve ekonomik alanlarda bozulması, gücünü zayıflatması; Türk ülkesinde gözü ve menfaati olan yabancı devletleri ve onların uşakları durumundaki Arapları ve diğer Türk olmayan unsurları harekete geçirir. Balkanlar'da Bulgar, Yunan ve Sırpların isyancı tutumlarının yanında; Musul, Halep, Şam başta olmak üzere Arapların çoğunlukta bulundukları bölgelerde Arap şeyhlerinin başını çektiği isyanlar görülür. Ufuksuz, cahil ve menfaatperest bu kişilerin önderliğindeki eşkıya çeteleri, Türklere olmadık işkence ve zulüm yaparlar. Türk askerleri ve köylülerine tuzaklar kurar, anî baskınlar düzenlerler. Türk ordusu, bir taraftan düşmanla savaşırken, diğer taraftan kendini bilmez bu eşkıya gruplarıyla da mücadele eder. Binlerce vatan evladı, bu uğurda şehit düşer.

Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında Suriye Cephesi'ndeki Türk ordusu geri çekilmek zorunda kaldığında Şam, İngilizlerin himayesindeki Arapların eline geçer. Türk ordusunun kuzeye doğru çekilişinde Araplar tarafından Türk ailelerine her türlü zulüm ve işkence yapılır. Arapların eline düşen Türk esirleri ve yaralıları öldürülür.

Kutsal topraklar ve Arapları korumak amacıyla, İngiliz ve Fransızlara karşı yapılan savaşlar sürerken Arap şeyhlerinin ve ileri gelenlerinin tarafımızda bulunması için ve Türk ordusu ve devletinin Arapların yanında olduğunu göstermek amacıyla Arap şeyhlerine Türk Devleti tarafından maaş bağlanmıştır. Bağlanan bu maaşlar, Arap şeyhleri tarafından ne derecede iyi karşılandı ve ne derecede bu faaliyet amaca ulaştırıldı, doğrusu tartışılır. Fakat, gerçek budur.

İngiliz casusu Lawrens, Türk ordusunda bulunan Arapları İngiliz menfaatleri doğrultusunda Türklere karşı kışkırtmayı amaçlar. Arap askerlerinin Türk ordusundan ayrılıp, düşman kuvvetler durumuna gelmesini sağlamaya çalışır. Bu nedenle, Arapların arasına girerek Türklere karşı kışkırtma faaliyetlerini organize eder.

Sömürgecilik geleneğinin baş temsilcisi durumunda bulunan İngiltere, Türklere karşı Yunan, Sırp, Arnavut ve Arapları her vesile ile destekledikleri tarihte görülen olağan bir olaydır. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı yıllarında da “Bağımsızlık ve özgürlük” sloganları ile Arapları Türklere karşı kışkırtarak onların ayaklanmalarına neden olmuşlardır.

Konuyla ilgili düşüncelerimizi söyle özetleyebiliriz:

Başta Mekke, Medine ve Kudüs olmak üzere Arabistan topraklarına bakıs tarzımız hep duygusal boyutta kalmıştır. Öncelikle son peygamber Hazreti Muhammet’in, daha sonra da diğer peygamberlerin çoğunun bu topraklar üzerinde dinlerini yaymaları nedeniyle, bu topraklarda kurulu şehirler ve üzerinde yasayan insanlar hep kutsal bilinmiş, öyle kabul edilmiştir. (Özellikle Kudüs, sadece Müslümanlar için değil, aynı zamanda Hıristiyan ve Museviler için de kutsal şehir olarak görülmektedir.)

Arapların Türkler tarafından kavm-i necip olarak görülmesi ve bundan dolayı Türklerin Arapları dış ve iç tehditler karşısında korumak istemesi de bir gerçektir. Fakat, Araplar; Türklerin kendilerine karşı duyduğu bu samimî sevgi ve saygıya ne kadar lâyık idiler ve hâlen de ne kadar lâyıktırlar?

Sadece, 20'inci yüzyılın başındaki olaylar değil; Son yıllarda Fırat Kalkanı, Zeytindalı, Afrin Harekâtları'nda da bu türden soruların cevapları, bütün çıplaklığı ile yansımaktadır. İngiltere, Fransa, İsrail, ABD ve AB'nin menfaatleri itibariyle maddî ve manevî yönlerden destekledikleri Araplar, dost gibi görünerek Türk devleti ve milletine düşmanca davranış ortaya koymaktan kaçınmamışlardır, kaçınmamaktadırlar. Araplar, kutsal toprakları gayrimüslimlere karşı korumaya yemin etmiş, her vesile ile de bu yemine sadık kalan Türk askerine tarih boyunca samimi tavır içinde bulunmamıştır, bulunmamaktadır.

Ve tarih boyunca Türkler, bir taraftan İngiliz, Fransız, ABD, AB ve Rus; diğer taraftan ise Arap çeteleriyle yaptığı yüzyıllarca süren mücadelede yüzbinlerce vatan evladını Arabistan çölüne heba etmiştir. Sadece, "İlâ-yı kelimullah" ve "Cihanşümul Türk Devlet Anlayışı" uğruna…

Hepsinin de ruhları şâd, mekânları cennet olsun!

Saygılarımla...

Prof. Dr. Ahmet KIYMAZ


***


KAYNAKÇA:

Cemal KUTAY: Necid Çöllerinde Mehmet Âkif, (İstanbul, 1963)

Tuncay ÖZKAN: Bir Gizli Servisin Tarihi - MİT, (Istanbul, 1997)

Kâzım KARABEKİR: Gizli Harp: İstihbarat, (İstanbul, 1998)

Ergün HİÇYILMAZ: Belgelerle Teşkilât-ı Mahsusa ve Casusluk Örgütleri,  (İstanbul,1979)