Türk sineması zaman zaman belli konulara takılıp kalıyor. Bir dönem salon filmleri, zengin fikir aşkları konu edinirken bir başka zaman doğu gerçekliği etrafında ağa- maraba filmleri çekilmiştir. Sinemanın ideolojik olarak zirveye tırmandığı 60-70’li yıllarda ona paralel olarak seks filmleri furyası başlamıştır. 80’lerde şarkılı türkülü arabesk filmleri çekilirken, 2000’li yıllarda yükselen milliyetçiliklere paralel olarak Türk- Kürt sorunu konu edinen filmler çekilmiştir. Televizyon dizilerinde ise Yeni Osmanlıcılık fikri çerçevesinde çekilen tarihi filmlere paralel olarak mafya filmleri servis edilmektedir.Son yıllarda sinema biyografik filmlere merak sardı. Ezilmiş, tecavüze uğramış, iğdiş edilmiş, artist ve şarkıcıların hayatını konu alan trajik filmler yapılıyor. Nedense gişe rekorları kıran bu filmlerin, topluma nasıl bir mesaj verdiğinden daha çok yaptığı gişe konuşuluyor. Bu sıradan –çünkü bunların benzeri binlerce yaşanmış hikâyeyi saklıyor Yeşilçam- trajik hayatların topluma gözyaşından başka vereceği bir şey yok. 1980'lerdeki arabesk furyasının toplumsal karşılığı neyse bu trajik filmlerin toplumsal karşılığı aynıdır. 80’lerde doğudan batıya, köylerden büyük şehirlere göç edenlerin yaşadığı ezilmişliği konu alan bu arabesk filmlerinde, kahraman inşaatta çığırdığı bir türküyle meşhur olur, lüks hayata kavuşup en güzel kızlar düşüp kalktığı anlatılırdı. Fakirliği yüzünden evlenemediği kadını ya parayla satın almaya çalışır yahut zengin bir adam yüzünden kötü yola düşmüş sevgilisini pavyon ya da kerhaneden çıkarıp, Günah filminde olduğu gibi denize sokup kırk suyla olmasa da deniz suyuyla yıkayıp namusunu temizlerdi. Doğu’dan Batı’ya göç eden köylü çocukları Sultan Fatih’in hayatını bilmezlerdi ancak Yılmaz Güney ve İbrahim Tatlıses’in filmlerinde “Ey İstanbul ya sen beni fethedersin ya da ben seni!” haykırışında kendilerini bulurlardı. 80’li yıllarda Batı’ya göç edenlerin idolleri Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses’tir! İlginç olan göçmenler kendilerini en çok Tatlıses figüründe bulurlardı. Çünkü o yıllarda kadınlarla düşüp kalkan, adı en çok kadınlarla zikredilen türkücü Tatlıses’tir. Göçmenlerin kendini Tatlıses ile özdeşleştirmesinin bilinçaltına gerçekte Tatlıses’in kadınlarla geçen, rüyaları süsleyen renkli hayatı vardır. Cemal Süreya’nın deyişiyle Tatlıses “kendini kümes horozu” sanmaktadır. Onun peşinden giden kitle de aynı bilinçaltına sahiptir. Zira Tatlıses onların fantezilerini gerçekleştiren kahramandır!

80’li 90’lı yılların arabesk furyasından kurtulduk derken 21. Yüzyılın daha ilk çeyreğini doldurmadan bu defa unutmuş olduğumuz arabesk sanatçılarının hayatlarını konu alan biyografik filmler çekilmeye başlandı. Öyle sanıyorum ki gişe rekorları kıran bu filmlerin devamı gelecektir. Tatlıses’in, Cüneyt Arkın, Kadir İnanır’ın hayatlarını film olacağı konuşuluyor. Belki bir haftada iki baskı yapan Arzu Okay’ın hayatı dahi filme alınabilir. Gerçi Tatlıses’in hayatı birçok filme konu olmuştur ve bunlar içinde en güzeli ve en komiği hiç kuşkusuz Ebuzer Kadayıf’tır. Şarkıcı-türkücü-oyuncuların hayatlarını konu alan filmler topluma nasıl bir mesaj verebilir? Ezilmiş, horlanmış, aile trajedisi yaşamış, esrara mahkûm Müslüm Gürses'in, aynı şekilde pavyonlara düşmüş, mafyanın oyuncağı olmuş, sonunda sevgilisi tarafından gözleri kezzapla kör edilmiş ve öldürülmüş olan Bergen'in hikâyesinin insanlara gözyaşı döktürmekten başka ne mesajı olabilir? Her gün birkaç kadın cinayetinin işlendiği sancılı hastalıklı toplumu bu trajik filmler reabilite edebilir mi? Kuşkusuz trajik uçarı yaşamların ibretlik yönü elbette olsa da bilgelik yönü olamaz.

Gerçekte Yeşilçam'ın kamera arkasında böylesine yüzlerce kadın sanatçısının trajedisi saklıdır. Tecavüze uğramayan, yataktan geçmeyen sonra da sokaklarda, parklarda hazin bir şekilde ruhunu teslim etmeyen çok az sinema oyuncusu vardır. Kimisi Muhterem Nur gibi on iki yaşında tecavüze uğrayıp Yeşilçam’ın yolunu tutmuştur, kimisi Yeşilçam sokaklarında tecavüze uğramıştır. Cahide Sonku'dan Feri Cansel ve Özcan Tekgül'e, Tugay Toksöz'den Mesut Engin'e ve Yedigar Ejder'e kadar onlarca sinema sanatçısı trajik bir şekilde sokakta ölmüştür. Feri Cansel, Bergen ve adını hatırlayamadım kadın oyuncular sevgilileri tarafından öldürülmüş, kimi de intihar etmiştir. Hepsinin hayatı benzer ve trajiktir. Aslında Yeşilçam kadınlarından birinin trajedisi hepsinin trajedisidir. Çünkü hepsi aynı yoldan geçmiş, aynı insanlarla iş yapmışlardır. Kimisi mafyanın kapatması olmuş, kimisi bir yapımcının veya oyuncunun. Bugün kadın oyuncuların bir çoğu erkek oyuncu, yönetmen veya yapımcınınm tecavüzüne uğradığını anlatıyor. Yeşilçam perdesi ne kadar aydınlık ise arkası o kadar karanlık ve iğrençtir. Yapımcı veya rejisörlerin yatak odasından geçmeyen oyuncu hemen hemen yok gibidir. Hatta yapımcı ve yönetmenler, kamera arkasında yaptıkları iğrençlikleri beyaz perde aktarmaktan çekinmemişlerdir. “Rejisörün Yatak Odası” filmi yalnızca Türkiye’de çekilen ilk porno film olmakla kalmaz, aynı zamanda Yeşilçam’ın bilinçaltına işaret eder. Sacit Aslan’ın gerek magazin programlarında gerek “Bir Masalda İki Kral olmaz” hatıra kitabında yazdıklarına baktığımızda, Maksim Gazinosu’nun hikâyesi başta olmak üzere Yeşilçam denilen bataklığın iç yüzünü görürüz. Onun deyişiyle bırakın kadınları, erkekleri dahi soymuştur Yeşilçam! Yeşilçam denilen büyülü dünya gerçekte Türkiye'nin en güzel kızlarının bazen hazin, bazen rezil geçit törenin yapıldığı yerdir! Henüz bu dünyanın perde arkasındaki karanlığına kimse ışık tutmamıştır. Eğer biyografi filmi yapılacaksa Yeşilçam dünyasını anlatan bir film yapılmalıdır. Figüranları kahraman diye lanse etmenin bir anlamı yoktur!