Her gün yeni bir kadın cinayeti haberi ile sarsılıyoruz. Gösterilen tepkiler, verilen ağır cezalar cinayetlerin önünü kesmeye yetmiyor.

Son yıllarda bir duyarlılık ve bilincin oluştuğu açık, ama bu yeterli değil. Yetseydi bugün bu cinayetleri konuşuyor olmazdık.

Toplumsal tepkiler bir sağlık alametidir ama tek başına sonuç doğurmazlar. Önemli olan cinayetlere giden yolları kesmek, sonuçlar üzerinden değil, sebepler üzerinde düşünmektir. Sebepler var oldukça istesek de istemesek de tepki gösterdiğimiz sonuçlar da var olacaktır.

İnsanlar bu cinayetleri niye işliyor, ömrünü hapishanede geçireceğini bile bile, niçin kendi hayatından vazgeçme pahasına başkalarının hayatına kastediyor? Bu soruların cevabı ve o cevaplara göre tedbiri alınmadığı müddetçe bu iç yakıcı cinayetler de devam edecektir.

Her cinayetten sonra -idam- diye tutturmak çıkar yol değildir. İdam bu ülkede, daha çok muhalefeti korkutmak, yıldırmak, hareket edemez hale getirmek için kullanılan bir araçtır. Kadın cinayetleri bağlamında da aynı sebeple dile getiriliyor. İdam cezasının geri getirebilmesi için Türkiye'nin AİHS'e attığı imzayı geri çekmesi, AİHM'in yargı yetkisini tanımaması gerekir. Otokratlar, her türlü denetimden kurtulmayı isterler. Onun için ilk işleri yargı denetiminden kurtulmak için yargıyı ele geçirmektir. Ancak Avrupa'ya ekonomik bağımlılığın arttığı bu kriz ortamında, böyle bir teşebbüs şimdilik muhaldir.

Her şeyi -zor ve güç- unsuruyla çözme geleneği ne yazık ki farklı yollar üzerinde kafa yormayı tıkamıştır. Neredeyse her toplumsal olay karşısında gündeme getirilen -üç beş kişiyi ipte sallandırma- düşüncesi bu kültür ve geleneğin ürünüdür. Bu kültür, zoru kutsadığı için hem ülkenin demokratikleşmesinde gecikmeye neden olmuş, hem de sorunları düşünerek, konuşarak, fikir üreterek çözmeyi lüzumsuz hale getirmiştir. Kadın cinayetleri konusunda hep aynı şeylerin söylenmesi, bu düşünce kısırlığının sonucudur.

Peki ,bunca tepkiye rağmen niçin bu kadar kadın cinayeti işleniyor? Bu soruya kabaca bir kaç başlık altında cevap vermek mümkün.

Birincisi, cinayetleri kadın ve erkek cinayeti olarak ayırmak yanlıştır. Bu bir sebep değil ama kurbanın erkek veya kadın olması suçun mahiyetini değiştirmez. Kötü olan cinayetin kime karşı işlendiği değil, bizzat kendisidir. Tepkiler de kadın- erkek ayırımı yapılmadan- buna göre olmalıdır.

İkincisi, Kültür ve geleneklerimizin kadına bakışıdır. Namus'u kadın eksenli ele alan bir toplum namus meselesini de onun üzerinden çözmeye çalışacaktır. Oysa namusun cinsiyeti yoktur. Kadın evlilik birliği içinde hangi sorumluluklar altındaysa erkek de aynı mükellefiyetler altındadır.Evlilik birliğine sadakat iki tarafa yüklenen bir sorumluluktur. Bütün ahlaki sorumlulukları kadına yükleyerek namuslu olunamaz!

Üçüncüsü, evlilik ve boşanma ile ilgili yargılarımızdır. Türk toplumunda boşanma hoş görülmeyen bazen de erkek tarafından- gurur meselesi- haline getirilen bir durumdur. Hele dava kadın tarafından açılmışsa yüzde yüz bir gurur meselesidir. Çünkü bu dava erkek tarafından terk edilme, reddedilme, dolayısıyla bir nevi aşağılanma olarak görülmektedir. Halbuki boşanma bir reddedilme değil, artık bir arada yapamama, anlaşamama meselesidir. Boşanmanın bir aşağılanma olmadığı -kültürleşmediği- müddetçe bu tip vahşetler devam edecektir.

Dördüncüsü, boşanma safhasında tarafların takındığı tutumdurMahkemelerde taraflar çoğu kez birbirini alt etmek, bazen de rencide etmek, intikam almak için aile içinde mahrem kalması gereken sırları ortalığa saçmakta, birbirini toplum içine çıkamaz duruma getirmektedir.Bu gibi durumlarda erkek tarafı-erkekliğinin- lekelendiğini, aşındığını düşünmekte sonunda silaha sarılmaktadır.

Beşincisi mahkemelerin taraflara bakışıdır. Yargı sistemimiz kadının beyanına öncelik vermekte, örtülü de olsa kadından yana pozitif ayırımcılık yapmaktadır. Kadının fizyolojik olarak erkek şiddetine karşı dezavantajlı durumda olması böyle bir öncelemeyi gerekli kılmaktadır. Ancak bu bazen erkek tarafın tahammül edemeyeceği noktaya gelebilmektedir. Doğru olan, erkeği ezerek kadını korumak değil, erkeği ezmeden kadını korumak, yargılama sonunda erkeğin bilincinde haksızlığa uğramışlık veya mağduriyet duygusu bırakmamaktır.

Altıncısı Mahkeme sonrası durumdur. Davalar bittikten sonra da hukuk sistemimiz iki tarafın ilişkisini kesmemekte, bu ilişkiyi çocuk varsa çocuk ve nafaka, çocuk yoksa nafaka üzerinden sürdürmektedir. Evlilik bitmekte ama bu iki sebeple ilişki kesilmemektedir. Eğer tarafların çocuğu varsa, çocuk bir şantaj ve intikam aracı olarak kullanılabilmekte, çocuk kimdeyse ötekine göstermemek için her yol ve yöntem denenmektedir.Bu da şiddeti beslemekte, düşmanlıkları keskinleştirmektedir.

Yedincisi boşanmadan sonra bile erkeğin kadını kendi sorumluluğunda görmesi, onun hayatı üzerinde tasarrufta bulunma, müdahale etme hakkını kendisinde görmesidir. Oysa boşanma ile tarafların birbirlerine karşı hiç bir sorumlulukları kalmamıştır. Herkesin fazileti de, utancı da kendisine aittir. Ancak erkek tarafı çoğu kez öyle düşünmemekte eski karısını uzaktan tarassut etmekte,her davranışında kendine yönelik bir sonuç çıkarmakta, kadının özgürlüğünü kısıtlamaya çalışmakta başaramayınca da şiddete başvurmaktadır.

Sekizincisi nafaka meselesidir. Mahkemeler kadın çalışmıyorsa tarafların durumuna göre kadın yararına uygun bir nafaka bağlamaktadır. Bu nafaka kadın evleninceye veya asgari ücretin üzerinde bir maaşla çalışıncaya kadar devem etmektedir. Kadın evlenmezse nafaka ömür boyu sürmektedir. Bunun birkaç sonucu vardır: Nafaka veren erkek, verdiği nafakadan dolayı kadının hayatına karışma hakkını kendinde görmektedir. Benim paramla ne yapıyorlar saplantısı ile hareket ederek kadının yeni bir yuva kurma teşebbüsünü kendi parası ile hovardalık olarak görüp şiddete sapabilmektedir. Nafakanın bir diğer sonucu, maaşı azalan erkeğin de, nafaka alan kadının da hayat standardının düşmesidir. İki taraf ta bundan birbirini sorumlu tutmakta sonuç şiddete kadar uzanmaktadır. Oysa Yargıtay önceleri kadının asgari ücretle işe başlaması halinde nafakanın kesilmesi görüşündeydi. Ama sonradan asgari ücret alsa bile nafakanın devamı yönünde içtihat değiştirdi. Özellikle kısa süreli evliliklerde -ömür boyu/süresiz nafaka- hukuka da vicdana da aykırıdır. Bu gibi durumlarda bir defaya mahsus toplu nafakaya hükmedilebilir. Türk Medeni Kanununun 176. maddesi, mahkemelere toptan veya durumun gereklerine göre irat şeklinde ödeme olarak bu yetkiyi vermiştir. Fakat mahkemeler bu imkanı çok nadiren kullanmakta daha çok süresiz nafakayı tercih etmektedirler. Doğru olan, iki tarafı karşı karşıya getiren, evlilik sonlanmasına rağmen ilişkilerini kesmeyi engelleyen nafaka yükümlülüğünün süreli hale getirilmesidir. Süresiz nafaka sadece şiddeti beslememekte, boşanmaları ve gayri resmi(nikahsız) yaşamayı da teşvik etmektedir. Nafaka, eşi yüksek gelirli olanları boşanmaya teşvik ederken, diğer bazılarını da nafaka kesilmesin diyerek -resmi nikahsız- yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü evlilikle birlikte nafaka kesilmektedir.

Ve son bir sebep olarak da yasalarla toplumun değer yargıları arasındaki mesafedir. Bu aralığın büyüklüğü küçüklüğü verilen kararlara güveni ve taraflar açısından tatmin ediciliğini de etkilemektedir.Yasalarla değerlerin çatışması durumunda insanlar kendi yasalarını uygulama yoluna gidebilmekte, sonunda ortaya trajik sonuçlar çıkmaktadır. Yasalarla değerler arasında bir muvazene kurmak, aradaki mesafeyi azaltmak bu tür teşebbüsleri azaltabilir.

Kadın cinayetleri için daha birçok şey söylenebilir.Ama en baskın neden şiddet kültürü, evlilik ve boşanma ile ilgili toplumsal tutumlardır. Saydığımız nedenler bu kültürle buluşunca kolaylıkla şiddete dönüşebilmektedir. Kadın cinayetleri konusunda son yıllarda sergilenen toplumsal farkındalık değerli ama yetersizdir.Bu cinayetlerinden kurtulmanın yolu, toplumsal eğitim, suç nedenleri ile ilgili bilimsel araştırmalar, tarafların herhangi birinde mağduriyet hissi yaratmayacak bir yargılama biçimi ve yasal düzenlemelerdir.