Vatandaşların yardımı ile günün ilk saatlerinde çıkarılmış, kimimiz enkazların altından çıkarılmak için günlerce beklemiştik.

Bugün kimse ziyaretimize gelmedi. Bizim de ziyaretine gideceğimiz kimse olmayınca mezarlığa bir uğrayalım dedik.

Mezarlık, bildiğiniz ölü bir şehir. Tek sokaktan tek caddeden tek mahalleden tek evden oluşan koca bir ölü şehir. Farklı semtlerde farklı mekanlarda birbirlerinden uzak ve habersiz yaşamak gibi bir kaderleri olsa da kader onları aynı gün ayırdı aramızdan ve aralarındaki bütün mesafeleri kaldırarak aynı yerde buluşturdu.

Önce uzun uzun sustuk sonra uzun uzun baktık birbirimize. Böyle olmayacaktı, birimizden birinin sözle başlaması gerekiyordu. Misafir olmasam da ziyaretçiydim, dolayısıyla söze benim başlamam gerekiyordu.

Neden burada olduğunuzu biliyor musunuz dedim, biliyoruz dediler. Peki, neden buradasınız dedim, çünkü dediler, kıyamet koptu. Gecenin sabaha en yakın vaktıydı. Nazlı, nazenin sıcacık uykulardaydık. Sonra bir sarsıntıyla uyandık. Zifiri, kapkaranlık bir dünya vardı. Dünya hepten karanlığa kesmişti. Evlerimizdeydik, evlerimizin içindeydik ama tam olarak nerede olduğumuzu bilmiyorduk. Bağırıyorduk, seslerimiz birbirine gidiyordu ama birbirimize ulaşamıyorduk. Çocuklarımızın feryatlarını duyuyorduk ama nerede olduklarını bilmiyorduk. Bilsek bile elimizden bir şey gelmiyordu, çünkü kıyamet kopmuştu. Kimimiz kurtarılmayı beklerken, kimimiz uyuduğu son uykusundan hiç uyanamamıştı. Aslında bütün bunlar çok kısa bir zaman diliminde olmuştu. Sonra duvarlar üzerimize gelmiş, sonra olduğumuz yerde öylece çaresiz kalmıştık. Dışarıdan sesler geliyordu, çığlıklar, bağrışmalar, siren sesleri. Çığlıkların gittikçe çoğalmasından ve altında kaldığımız enkazın etrafında konu komşunun bizleri kurtarma ve çıkarma çabasının gittikçe artmasından günün ışıdığını anlıyorduk. Hava gittikçe soğuyordu ve biz gittikçe üşüyorduk.

Kimimiz vatandaşların yardımı ile günün ilk saatlerinde çıkarılmış, kimimiz enkazların altından çıkarılmak için günlerce beklemiştik. Bize yardıma gelenlerin kimler olduğunu bilmiyorduk ama konuşulanlardan arama kurtarma ekiplerinin şehre henüz ulaşmadığını anlıyorduk. Telefonlarımız yanımızdaydı ama kimselere ulaşamıyorduk. Anlaşılan kimse de bize ulaşamıyordu.

Enkazdan çıkarılanlarımız hastaneye götürülüyordu. Birçoğumuzun yanında tanıdıklarımız yoktu, belki henüz çıkarılmamış belki de bize veda etmeden göçüp gitmişlerdi.

Morgda yer yoktu, bizi yağmurun altında üst üste yığmışlardı. Her birimizin yüzü, acaba yakınlarından biri miyiz diye gelen onlarca kişi tarafından açılmıştı. İnsanlar umutla sevdiklerini arıyorlardı.

Bizi fazla bekletemezlerdi, çünkü bizim gibi onlarca yüzlerce hayata veda etmiş kişi taşınıyordu. Sonra bizi ambulanslarla, kamyonetlerle, araçlarla bulunduğumuz bu alana getirdiler. Geçici İstirahatgâhlarımız kepçelerle kazılıyor, bizler yan yana dizildikten sonra yine kepçelerle üzerimize toprak örtülüyordu. Ama gelenlerin gidenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Araçların kamyonetlerin, minibüslerin, bagajlarında sürekli yeni misafirlerimiz getiriliyordu. Kimileri çocuktu, kimileri mini minnacık bebeklerdi. Gelenlerin yakınları da dahil neredeyse hiç kimse konuşmuyordu. Kimse kimseye ne başsağlığı ne sabır diliyordu. Herkes suskundu, herkes ölü gibiydi sessizdi. Yakınlarını, saatler süren bir bekleyişten sonra defnedebilenler son görevlerini yapmış olmanın huzuruyla alelacele evlerine dönüyorlardı.

Bütün bunları nasıl hatırlıyorsunuz dedim, sonuçta siz ölüsünüz. Evet dediler biz ölüyüz. Kimimiz öldük, kimimiz ölüme terk edildik. Tıpkı sizlerin içinden bazılarının yaşamaya terk edildiği gibi.

Bugün çok sakin dedim, neredeyse hiçbirinizin uğrayanı yok hep böyle mi olur? Yok dediler, Bazen çok gelenimiz gidenimiz sevenimiz olur. Bayramın geldiğini öyle kalabalık günlerden anlarız. En çok bayramlarda hatırlanır en çok bayramlarda anılırız.

Peki, şehir dediler, şehir ne durumda? Şehir dedim terk ettiğiniz gibi. Hep o sevdiğiniz güzel yüzüyle hatırlayın şehri dedim, sizi ana gibi bağrına basan kucağıyla.

En son öyle bırakmıştık zaten dediler, hep öyle hatırlayacağız şehrimizi. Bize gülümseyen yüzüyle. Her ne kadar şair; "İki şey var ancak ölümle unutulur; Anamızın yüzüyle, şehrimizin yüzü" dese de, ne anamızı ne şehrimizi unutacağız.

Sonra şehrin burada ne kadar uzakta olduğunu sordular, Her zamanki gibi dedim, yürüme mesafesinde. Nedense bize çok uzaktaymışız gibi geliyor dediler. Neden dedim, daha önce hiç gelmediniz mi buralara? Çok geldik dediler, çok geldik ama hep yakınlarımız sevdiklerimiz dostlarımız için geldik. Bir gün kendimiz için de geleceğimizi biliyorduk ama hiçbir zaman böyle kalabalık bir şekilde geleceğimizi düşünmüyorduk. Bir ara öyle çığlık çığlığa çoğalıyorduk ki şehrin bizi alamayacağını düşünmeye başlamıştık.

Derken üçüncü, beşinci, onuncu günün sonunda gelip gitmeler seyrelmeye başladı. Ama her gelen, her getirilen hep geç kalındığından söz ediyordu. Tıpkı burada bulunan bir çoğumuza geç kalındığı gibi.

Sen dediler, sıkılmaya başlamış gibisin, bir derdin bir maruzatın varsa söyle. Yok dedim, bir derdim yok, ama olsa ki ne olacak? Ne yapabilirsiniz ki benim için? Dediler bir şey yapamayız ama dertleşebiliriz. Buradakilerle gün boyu, 24 saat yaptığımız budur. Yaşadıklarımızı anlatırız, sevdiklerimizi anlatırız, hayallerimizi, düşlerimizi, çocuklarımızı, yaptıklarımızı, yapmak istediklerimizi anlatırız hep, yavaş yavaş anlatırız, tane tane anlatırız, yorulur, döner dolanır bir daha bir daha anlatırız. Geride kalanları, tıpkı yaşarken olduğu gibi buradayken de hep merak ederiz. Çocuklarımız yaşıyor mu bilmeyiz, ama eğer yaşıyorlarsa, iş buldular mı, geçinebiliyorlar mı diye merak ederiz. Atamaları yapıldı mı diye merak ederiz, evleri yıkıldı mı, yıkıldıysa kendilerine bir şey oldu mu diye merak ederiz. Sonra da Rabbim geride bıraktıklarımıza yardımcı olsun diye hep birlikte dua ederiz.

Sandım ki dedim, dünyaya ait olan her şeyi geride bırakmışsınız. Dünyada bize ait olan tek şey çocuklarımızdı dediler, Biz dünyayı onlarla sevdik, onlar için çalıştık, onlar için endişelendik, ele güne muhtaç olmasınlar, ayaklarının üzerinde durabilsinler diye çabaladık. Şimdi buradayız diye onları hepten nasıl unutabiliriz? O gülüşlerini, öpüşlerini, bize sarılışlarını, anne deyişlerini, baba deyişlerini nasıl unutabiliriz? Sen dediler, unutabilir misin mesela. Yok dedim, unutamam. Tıpkı sizler gibi.

Sen dediler, niçin geldiğini söylemedin daha, tanıyor musun bizleri. Yok dedim tanımıyorum ama ara ara gelirim. Benim de sevdiklerim var burada yatan. Onlara her uğradığımda size uğramayacak olursam üzerimde bir hakkınız kaldığını düşünürüm. Çünkü sizler hayattayken bir şeyler yapamadım sizin için. Elimden hiçbir şey gelmedi. Vicdanen rahat değilim, kalben mutmain değilim, bir çoğunuzun burada olmasında bir dahlim varmış gibi, sanki istesem bazılarınızın hayatta kalmasını sağlayabilirmişim de sağlayamamışım gibi acı çekiyorum dedim.

Sen dediler, necisin, ne iş yapıyorsun ki bizim için ne yapabilirdin? Ben dedim, hiçbir şey değilim, hiç kimse değilim, herhangi bir işim, görevim, etkim, yetkim yok ama yine de olup biten her şeyden rahatsızım. Sizden helallik diliyorum, lütfen beni bağışlayın. Sesinizi çığlığınızı kimselere duyuramadığım için bağışlayın beni. Geride bıraktıklarınız için bir şey yapamadığım için bağışlayın beni. Yaşarken farkınızda olmadığım için bağışlayın beni. Nasıl bağışlarsanız bağışlayın ama lütfen bağışlayın beni...

Sonra sustum, onlar da sustular... Uzun uzun baktık birbirimize ölü yüzlerimizle...

Rabbim yardımcın olsun dediler, seni sevdiklerine, sevdiklerini sana bağışlasın ama bizleri de unutmayasın...

Amin dedim, Rabbim sizleri de sevdiklerinizle cennette buluştursun İnşallah dedim. Amin, dediler. Sarıldık, kucaklaştık, helalleştik ve ayrıldık...