Türk siyaseti yıllarca çeşitli engellerle boğuşmak zorunda kaldı. İktidara gelen partiler programlarını uygulayamadılar. Darbe korkusu  bir çok projenin kuvveden fiile geçmesine mani oldu. Ancak bu süreç 2010 referandumunda bitti. Siyasetin-siyasetçinin bir mazereti kalmadı. Son CB referandumundan sonra da  yetkiler tek elde toplandı. Artık kimse yapmak istediğim şeyleri yaptırmadılar diyemez. Vatandaşa söylenecek söz kalmadı. Çünkü  vatandaş ne istendiyse verdi.

İktidarların vazifesi mazeret üretmek değildir. Sorumlu siyaset bir problem ortaya çıktığında nerede hata yaptık diye düşünür. Batı'da böyledir. Bizde siyasetçi kendini la yüsel görür, kendine hata veya kusur yakıştırmaz. Nerede hata yaptım yerine bize komplo kurdular diyerek sorumluluğu görünmez  odaklara  yükler. Bu zihniyet biçimi aslında sorun çözmekten kaçma biçimidir. Problem çözücü değil, problem biriktiricidir. Geldiğimiz noktanın birinci, belki de biricik sebebi budur!

Ne yazık ki parti sistemimiz doğruları konuşmaya el vermez, özgür düşünmeye kapalıdır. Biraz şahsiyet belirtisi gösteren kendini kapı önünde bulur. Partiler kışla gibi, mensupları asker gibi görülür. En azından liderlerin beklediği parti ve partili tipi budur. Bu da siyasetçinin her geçen gün profilinin düşmesine neden olur. Ortada  kalite olmayınca da siyasetçi çözüme değil dalkavukluğa yönelir.

Türkiye son otuz yılda büyük tecrübeler yaşadı. 28 Şubat'ta toplumun bir kesimi ezildi. Vatandaşın kararlılığı 28 Şubat'ı püskürttü. Ardından o günün mağdurları iktidar oldu. Bu defa toplumun başka kesimleri mağdur edilmeye başlandı. Halbuki ders alınmalı değil miydi? 28 Şubat bize baskı siyasetinin ne kadar kötü olduğunu göstermişti,  o tecrübe bize en demokrat, en özgür, en insan haklarına saygılı düzeni kurdurmayı sağlamalıydı. Ama 28 Şubat tersinden tekrar edildi.

Şimdi toplumun sağındakiler de solundakiler de aynı tecrübeye sahipler, hep beraber demokrasiden uzaklaşmanın, farklılıklara hoş görü göstermemenin, siyaseti hukukun üstüne çıkarmanın  bize hangi acılar yaşattığını biliyoruz. Hepimiz aynı cendereden geçtik. Bunun bize hoşgörüyü, barış siyasetini, bir arada yaşama şuurunu öğretmesi gerekir. Farklılıklarımızla, renklerimizle, bir arada yaşamanın güzelliğini  görmemiz gerekir.

Avrupa demokrasiye mezhep savaşlarının bıraktığı büyük acı tortuları ile geldi. Ötekini yok etmeye çalışanlar kendilerinin de yok olmaya başladığını gördüler. Toplum renkleri ile bir bütündür, bir rengin eksilmesi, vücudun bir parçasının eksilmesi  gibidir. Bir rengini kaybeden bir toplum sakat ve alil bir toplumdur. Laiki, anti laiki, dindarı, dindar olmayanı, milliyetçisi, liberali ile biz bir bütünüz. Ulus olmanın yolu da farklılaştırmadan değil, farklılıklarımızı bütünün parçası gibi görmemizden geçer. Partiler, liderler gelip geçicidir. Kalıcı olan millettir. Vazgeçilmez olan da budur. Bizi kabileleştiren, bizi bizle dövüştüren hiç bir siyaset meşru değildir. Kavga eden bir toplum problemlerini çözemez. Hele orada hakemlik yapabilecek bir hukuk ve yargı düzeni yoksa o ülkenin sonu felakettir. Şu yaşadıklarımızdan siyasetten bağımsız bir yargı, din haline getirilmemiş bir parti anlayışı ve liderlere insanüstü vasıflar isnat etmeyen bir siyaset biçiminin gerekliliğini çıkaramamışsak yaşadıklarımızdan hiç ders almamışız demektir. İşte asıl felaket budur!