Şu seçim süreci, siyasetteki üslup sorununun ne kadar ciddi boyutlara vardığını gösterdi. Kavgada bile söylenmemesi gereken laflar kolayca söylenebiliyor. Bu sözler, liderlerin etki alanında olan insanlara da yansıyor. Her keskin ifade, her radikal çıkış toplumda yeni kamplaşma ve yarılmalara neden oluyor.

Geçen hafta Yeni Zelanda’da hepimizin içini yakan bir katliama tanık olduk. Yeni Zelanda Başbakanı Adern’in sözleri ne kadar dikkatli, ne kadar özenli, ne kadar rahatlatıcıydı değil mi? Başörtüsü giydi, saldırıya uğrayan camileri ziyaret etti, tek tek orada bulunan cemaate sarıldı ve Cuma ezanının bütün radyo ve televizyonlarda yayınlanacağını söyledi. Adern, katliamdan dolayı üzüntülerini belirtmedi, gerçekten üzüldüğünü, politika yapmadığını bütün davranışları ile ortaya koydu. Onun son derece insani ve sorumlu tutumu hepimizin yüreğine su serpti.

Peki biz ne yaptık, katliamı meydanlara taşıdık, bir terörist bozuntusunu hedef alan Türkiye Cumhuriyeti devletini onun karşısına oturtan bir tutum takındık. Çanakkale’de dünyaya meydan okuduk, miting meydanlarında Yeni Zelanda’nın duyarlığını görmezden gelerek -onlar sormazsa hesabını biz sorarız- gibi laflar ettik. Sonunda ne oldu, Yeni Zelanda bu yorumlara karşı koymak ve olayı yüz yüze anlatmak için Dışişleri bakanını Türkiye’ye gönderme kararı aldı. Avusturalya başbakanı Abbot, CB’nın sözlerinden dolayı rahatsızlığını ifade etti. Bir terörist ve diplomatik olmayan bir dil, iki ülke ile münasebetlerimizi etkiledi.

Bu tip olaylar meydanlarda ne kadar çok konuşulursa o kadar çok nefret üretir. Türkiye’nin selameti düşmanlıkları çoğaltmakta değil, azaltmaktadır. Sürüye kurt çağıran bir üslup sonunda sahibine zarar verir. Her ülkeden terörist çıkabilir, bizde de onlarda da. Bir veya birkaç kişiye bakarak bir ülkeyi ilzam etmek uluslararası ilişkiler açısından da, hukuk açısından da fayda getirmez. Önemli olan mümkün olduğu kadar çok sayıda ülkeyi bu tip olaylara karşı seferber etmek ve bir daha olmaması için gayret sarf etmektir.
Çanakkale Zaferinin üzerinden bir asırdan çok zaman geçti. Türk milletinin en büyük övünç kaynaklarından biri hiç şüphesiz Çanakkale Zaferi'dir. Bu, hiçbir maddi hesapla ölçülemeyecek, izahı yapılamayacak bir zaferdir. Nitekim, bu olağanüstü direniş ve zafer karşısında Churcill, biz Türklerle değil, Allah’la savaştık diye ifade etmiştir. Çünkü Türk askeri tepeden tırnağa iman kesilmiş, ölümü bir vuslat biçimi olarak görmüştür. İngiliz’in yenemediği fiziği varlığımız değil, o imandır.
 

Çanakkale’yi anlamak, hamasi nutuklar atmak veya onu iç politika malzemesi yapmakla mümkün değildir. Vatanı onlar kadar aziz bilmek, milletin dinini, namusunu, şerefini korumayı her şeyden üstün tutmaktır. Bugün böyle bir şuurun varlığından söz edebilmek mümkün görünmemektedir. Dış politikada o kadar çok problemli alanlar var ki; tüm enerjimizi bu problemlerin çözümüne vermeliyiz.

Sözün hülasası şudur: Türkiye bu üslup sorunu yüzünden içeride gittikçe parçalanmakta dışarıda yalnızlaşmaktadır. Düşmanları çoğalmak, karşı karşıya olduğumuz iç ve dış sorunları çözmeyi daha da güçleştirmektedir. Siyasetçinin görevi ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak değil, ne pahasına olursa olsun milletin hukukunu korumaktır.