Yağmur çiselemeye başlamıştı. Aklım ne yağmurda ne gece yarısına doğru ilerleyen saatteydi. Aklım şiirdeydi, böyle bir şiirin yazıldığı kadında; Muazzez Akkaya’daydı.

Hakkında onca yazı yazdığım, sırf nerede yaşadığını öğrenmek için onca zaman harcadığım bir kadının ölümünün sonbaharda dökülen bir yaprak kadar beni etkilemediğinin şaşkınlığıyla yazıyorum.

Yaşadığını da ölüm haberini izleyince öğrendim zaten...

IV

Setbaşı’ndaki evime doğru yürürken yağmur çiselemeye başlamıştı. Aklım ne yağmurda ne gece yarısına doğru ilerleyen saatlerdeydi. Aklım şiirdeydi, böyle bir şiirin yazıldığı kadında; Muazzez Akkaya’daydı. Hiçbir kadının böylesi bir şiire layık olmadığını, olamayacağını düşünüyordum. Bir yandan Muazzez Akkaya’ya küfürler ediyor, diğer yandan böyle bir şiirin yazılmasına vesile olduğu için ona teşekkür ediyordum. Her ne olursa olsun bu şiirin yazıldığı kadını bulmak, tanımak, konuşmak istiyordum. Bir şair yüreğine cevap vermeyen bir kadının, nasıl bir kadın olduğunu merak ediyordum.

“Bir gün gözlerimin ta içine bak / anlarsın ölüler niçin yaşarmış!” demişti şair. “Ben onun sılası kendimin gurbetiyim” demişti… “Benim gözlerim yeşildir ah... onun gözleri kara /Ben günah kadar beyazım, o tevbe kadar kara…” demişti. Durup durup okuyordum şiiri… Ne gece bitsin, ne şiir bitsin istiyordum… Saatler gece yarısını gösterdiğinde Setbaşı Köprüsü’ne varmıştım.

Setbaşı Köprüsünün tam bitiminde Mahfel Çay Bahçesi vardı. Çay bahçesinin karşısında da Setbaşı Nikâh salonu. Nikâh salonunun iki yüz metre aşağısında da oturduğum ev. Hem çay bahçesinin hem de nikâh salonunun önünde aydınlatmalı otobüs durakları bulunuyordu. Saatler gece yarısını aşmaya başlamıştı. Evim birkaç adım ötedeydi ama eve gidemezdim, gitsem duramazdım. Önce çay bahçesinin önündeki ışıklarda okudum şiiri, sonra karşıya geçip elektrik lambalarının aydınlattığı nikâh salonunun önündeki otobüs durağında. Okudukça içimden bir yerler kanıyordu. Tek tük önümden gelip geçen taksi dolmuşlar önce duraksıyor başımı dahi kaldırmadığımı görünce de basıp gidiyordu.

Elimdeki şiiri rulo yapıp beynime kazınan mısraları kendimin duyabileceği bir sesle ama içimden haykırarak okumaya ve Setbaşı yokuşunu tırmanmaya başladım. Yağmur çiselemeye devam ediyordu. Yüzümdeki ıslaklığın yağmurdan mı yoksa ağlamaktan mı kaynaklandığını bilmiyordum. Ne kadar yol yürümüşüm, nerelere gitmişim bilmeden sabah ezanlarıyla kendimi yine Setbaşı Köprüsünde buldum. Ne uykudan ne yorgunluktan eser vardı bende. Günlerce uyumuşum da kimseler tarafından değil kendiliğimden uyanmışım gibi rahattım. Evimizin hemen bitişiğindeki Selçuk Hatun Camiinde sabah namazını kılıp dua ettim. “Allah’ım!” dedim, “Muazzez Akkaya’ya ulaşacak bir yol göster bana. Onunla tanışmayı bana nasip et…”

Sonraki günlerde Muazzez Akkaya’ya ulaşabilmek için çok zaman tükettim telefon kulübelerinde... Önce Heykel ’deki PTT binasına gitmiş, sonra Geyve’nin telefon fihristini alarak fotokopisi çekmiştim. Rastgele aradığım numaraların üstünü çiziyor, telefona çıkan her kimse, “Muazzez Akkaya ‘yı tanıyıp tanımadığını soruyordum. Her olumsuz cevapta dünyalar başıma yıkılmış gibi oluyor, her yeni aramamda adını koyamadığım bir yaşama sevinci doluyordu içime. Neredeyse tüm kısıtlı paramı jetonlara harcıyordum.

90’lı yılların henüz başındaydık… Ne cep telefonu ne internet ne de arama motorları diye bir şey de henüz icat edilmemişti. Geyve’nin Sakarya’nın bir ilçesi olduğunu öğrenmem bile günlerimi almıştı. Yaşayıp yaşamadığından dahi emin olamadığım Muazzez Akkaya’yla ne görüşmem ne de tanışmam hiçbir zaman mümkün olmadı.

Sonraki yıllarda anladım ki, Sezai Karakoç neyi anlatırsa anlatsın anlattığı hep Mona Roza’ydı. Leyla ile Mecnun şiirinde Leyla diye anlattığı da Mona Roza’ydı, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiirinde sözünü ettiği sevgili de…

2013