Devletin bütün kurumları ile Adıyaman'da 3. günden itibaren varlığını hissettirmesi enkazdan cenazelerini çıkarabilenler için bir teselliydi

Devlet, Siverekli Bir Fırıncı Vatandaşın Aracının Bagajına Yükleyip Getirdiği Lahmacunlardan İbaretse Eğer...

Sabaha karşı 4.17'de ne olduğunu anlayamadığımız büyük bir gürültüyle sarsıldık. Koca ev, içi çanak çömlek bardak doldurulmuş ve 4 kişi tarafından çalkalanan bir varil gibi ses çıkarıyordu.

Evden nasıl çıktığını, çıkabildiğini hatırlayanımız yoktu. Kimi araçlarına atlayıp nereye gittiğini bilmeden yol alıyor, kimi neler olup bittiğini tam olarak anlayabilmek için kümeleşiyordu...

Elektrikler kesik, şebekeler çekmiyor, kimse kimseye ulaşamıyordu.

Saatler geçtikçe felaketin büyüklüğü daha da anlaşılıyordu.

Birkaç dakika içerisinde 300.000 nüfusluk şehir tamamen sokakta kalmıştı.

Ana Bulvar kapanmış, çevre yollar, çökmüş neredeyse birçok bölgede taş üzerinde taş kalmamıştı...

Enkaz haline gelen binalardan çığlık sesleri geliyordu, kiminin eli, kiminin ayağı, kiminin gövdesi görünüyordu beton yığınlar arasında. Her enkazın etrafında evleri hasar görmüş ama yıkılmamış binalardan yardıma koşan insanlar ellerinde kazma kürek ne yapacağını bilmez halde bir şeyler yapıyorlardı.

Enkazlardan sağ çıkarılanlar yine konu komşu mahallelilerin yardımıyla hastanelere taşınıyordu.

Hastaneye ulaşabilmek bir mucize, hastanede sizinle ilgilenecek sağlık ekibi bulmak daha büyük bir mucizeydi.

Kıyamet göz göre göre gelmemiş ama ölümler göz göre göre oluyordu. Gölcük depreminin daha ilk saatlerinde arama kurtarma ekipleri deprem bölgesine ulaşmış, enkazların etrafında "Kimse yok mu, sesimi duyan yok mu?" diye bağrışırken, burada enkaz altında kalanlar "Kimse yok mu, sesimizi duyan yok mu" feryatlarıyla donarak can veriyorlardı...

Kimse yoktu... Olanlar, eş dost konu komşu mahalle sakinleriydi, onların da elinden bir şey gelmiyordu...

İnsan çabasıyla, kazma kürekle beton yığınlarının altında kalanlara ulaşmak mucizelere bağlıydı...

Gün aydınlanınca felaketin boyutu anlaşılabiliyordu ancak. Her enkazın başında ateşler yakılmış, bir umutla b yardıma gelen birileri olur diye sessiz bir bekleyişe geçilmişti.

Saatler geçiyor ama gelmesi gerekenler gelmiyordu. Kepçe yoktu, vinç yoktu, AFAD yoktu, alet edevat yoktu hiçbir şey yoktu bir tek ambulans sesleri vardı enkaz yığını haline gelen koskoca şehri i çınlatan...

Çünkü devletin ve koskoca Türkiye'nin Adıyaman'da deprem olduğundan haberi yoktu. Aradan 24 saat geçmiş ortak yayın yapılan Radyo haberlerinde Diyarbakır'da 18 binanın, Urfa'da 3-5 binanın, Gaziantep'te 4 binanın yıkıldığı ve devletin bütün imkanları ile oralara seferber edildiği söyleniyordu...

24 saat boyunca adıyaman'la ilgili herhangi bir enkazın, yıkımın ya da ölümün olduğuna dair bir tek cümle dahi kurulamıyordu. Bizler burada depremden etkilenen iller arasında geçiyorduk sadece. Yani biz başkasının yediği tokadın acısını çekiyorduk. Değilse bizimle ilgili herhangi bir sorun yoktu...

Depremin 2. gününün öğlen saatlerine varmadan çeşitli sivil toplum örgütlerinin, derneklerin, vakıfların iş adamlarının hatta vatandaşların kendi imkanlarıyla yüklediği yüzlerce yardım tırı Adıyaman'a ulaşmıştı. Gün boyu yardım tırlarının arkası kesilmiyordu.

Dernekler, vakıflar, hayır kurumları, vatandaşlar İstanbul'dan, Karadeniz'den, Konya'dan, Bursa'dan, Adıyaman'a ulaşmış ama devletin enkaz altında "Kimse yok mu, sesimi duyan yok mu" şeklinde feryat eden vatandaşları kurtaracak olan yardım ekipleri Adıyaman'a ulaşmamıştı...

Yollar kapalıysa herkes için kapalıydı, ulaşım zorluğu varsa herkes için vardı. Ama ülkenin vicdanlı insanlarının henüz aradan 24 saat geçmişken Türkiye'nin çok uzak illerinden ulaştığı Adıyaman'a, devlet ulaşmamıştı...

"Devlet nerede?" sorusuna, birçok aymaz ve ayılmaz vatandaş, Siverekli bir kardeşimizin aracının bagajına yükleyip getirdiği lahmacunu ısırırken, "hainlik yapmayın, işte devlet burada bu lahmacunu bize devlet gönderdi" şeklinde hakaret edebiliyordu...

Derneklerin, vakıfların, iş adamlarının ve sivil vatandaşların aralarında örgütlenip göndermiş olduğu ekmeği, suyu, odunu, giysiyi ve gıda maddelerini devletin kendisi sananlar vardı...

Onlar için devlet, Siverekli fırıncı bir vatandaşımızın aracının bagajına yükleyip getirdiği lahmacun, Gaziantep'ten gelen patates sulusu, Trabzon'dan gelen Vakfıkebir ekmeği, Bursa'dan gelen piknik tüpü, Şanlıurfa'dan Diyarbakır'dan gelen temel gıda maddeleri, Ankara'dan, İstanbul'da gelen sıcak çorbaydı. Oysa Bütün bunlar bu ülke insanının vicdanıydı, merhametiydi, yardımlaşma duygusuydu..

Devleti Siverekli bir fırıncı vatandaşın getirmiş olduğu lahmacundan ibaret sananlar kendi yakınlarının cenazelerine ulaşamadıkları halde, cenazelerine ulaşamadıkları için sesini yükseltenlere her türlü yaftayı yakıştırmaktan geri durmuyorlardı...

Devletimizin sayesinde bakın karnımız doyuyor, ısınıyoruz, devlet nereye yetişsin, kime ne yapsın, daha ne istiyorsunuz?" diyerek arama kurtarma ekiplerini bekleyen herkesi hain, bölücü, terörist olmakla suçluyorlardı...

Sosyal medyada Adıyaman'daki felaketin boyutlarını paylaşılmış olmalı ki devlet 3. günün sabahında Adıyaman'da deprem olduğunu kabul ederek yavaş yavaş gelmeye başladı..

Bu ekiplerin çoğunun depremin ilk gününde, depremin etkisini çok az hisseden Şanlıurfa Gaziantep ve Diyarbakır'a yönlendirilen ekipler olduğu söyleniyordu...

Depremin en çok hasar verdiği Adıyaman şehir merkezinde iki gün boyunca insanlar soğuktan donarak, "sesimi duyan yok mu?" şeklinde feryat ederek öldüler.

3. günden itibaren nihayet ulusal basınımız Adıyaman'a gelmiş, kameralarını, enkazdan sağa çıkarılacak alanlara yönetmişlerdi. Enkazdan sağ çıkarılan her vatandaşımız için mucize deyimi kullanılıyordu artık...

Esas mucize binlerce insanın can verdiği, binlerce insanın kurtarılmayı beklediği deprem bölgesine ancak 3 gün sonra arama kurtarma ekiplerinin ulaşılabilmeseydi aslında.

Evet, gerçek mucize buydu. Hatta Adıyaman'da yaşanan yıkımın boyutu bugün dahi anlaşılmıyor olsa bile depremin yaşandığının kabul edilmesi dahi bir mucizeydi...

Öyle ki depremin 22. gününde ikinci kez Adıyaman'a gelen Cumhurbaşkanımız da dahil birçok bakan ve müsteşardan hiçbirinin enkaz alanında incelemelerde bulunurken görüntülenmiş bir tek fotoğrafına rastlanılmadı. Ama başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere kentimizi ziyaret eden Bakan ve Müsteşarların ve daha başka yetkililerin çadırkent, konteyner alanı, AFAD ve Kızılay çalışmaları hakkında bilgi alırlarken ki yüzlerce fotoğrafı paylaşıldı.

Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Bakanların, "Bu kadar çadır kente bu kadar konteynere neden ihtiyaç duyuyorsunuz?" şeklinde bir meraka kapılıp kapılmadıklarını gerçekten merak ediyoruz... Sormuşlarsa eğer yetkililerin nasıl bir cevap verdiklerini de ayrıca merak ediyoruz... Enkaz alanlarını neden gezmediklerini ya da gezdirilmediklerini, enkaz haline gelen devlet kurumlarını neden görmediklerini ya da görmek istemediklerini, oralardan bir tek kare neden paylaşmadıklarını ya da paylaşmak istemediklerini ayrıca her Adıyamanlı vatandaş gibi merak ediyoruz...

Çünkü devlet asla gecikmez, hata yapmaz, kusur işlemezdi. Hele ki Adıyaman gibi haber bültenlerinde depremi yaşamamış da depremden etkilenmiş gibi gösterilen bir il için bu kurulan çadırkentler bile fazla olabilirdi.

Ama devlet, depremin daha ikinci gününde henüz hizmete geçen yeni hükümet konağının, adliye binasının, 400 yataklı Araştırma Hastanesinin ve daha birçok kurumunun yıkılan, çatlayan, patlayan duvarlarını ve fayanslarını onarmakla meşguldü. Bakınız Bu konuda gerçekten çok seri bir şekilde hareket etmişlerdi.

Devlete ait binaların depremden hasar görmesi kendileri için büyük bir ayıptı çünkü, kabul edilemez bir durumdu bu, bir zayıflıktı...

Devletin bütün kurumları ile Adıyaman'da 3. günden itibaren varlığını hissettirmesi enkazdan cenazelerini çıkarabilenler için bir teselliydi artık. Değilse o cenazeler bir yıl dahi geçse asla vatandaşın kendi imkanları ile çıkarılamazdı...

Evet ortada çok büyük bir ihmal, çok büyük bir kusur, çok büyük bir iletişimsizlik vardı. Ve depremin 22. gününde bunu kabul eden, etmek zorunda kalan bir devlet vardı. Ama ihmale sebep olan, kusurlu davranan ve Adıyaman'daki felaketi ülkenin ve dünyanın gündeminden uzak tutarak binlerce insanımızın enkaz altında soğuktan donarak can vermesine sebep olan herkes hamdolsun görevinin başındaydı... Rabbim kendilerine ömür verirse öyle görünüyor ki daha uzun bir süre, hatta belki de son nefeslerine kadar görevlerinin başında kalacaklar...

***

Şimdi bütün bu yaşananlardan sonra bu satırları okuyan birileri, Adıyaman'da her şeyin yoluna girdiğini ya da gireceği gibi bir hüsn -ü zana kapılacak... Oysa bugün bu saat itibarıyla bile burada yaşananların kimse tam olarak bilincinde değil..

Kurulan birkaç çadırkentte ya da yapımı devam eden konteyner alanlarında poz vermekle Adıyaman'da yaşanan felaketin boyutlarını anlamak mümkün değil. Adıyaman, sıcak yemekler çıkan, barınma imkanı sağlayan çadır kentlerden altınşehir'den ve ve depremin izlerinin silindiği her şeyin yoluna girdiği Kahta'dan da ibaret değil. Mevzu bahis yerlerden felaketin boyutları değil, her şeyin yoluna girdiği anlaşılır ancak... Ki zaten haber bültenlerinde ve resmi zevatın açıklamalarından görüp izledikleriniz de bunlardan ibaret...

Oysa burada hayatını kaybeden on binler,

memleketi tek terk eden on binler,

bir daha asla ev sahibi olamayacak on binler,

en sevdiklerinin enkaz alanında yardım isteyerek can verdiğini gören onbinler,

işini kaybeden ve bir daha asla belini doğrultamayacak olan on günler var...

Hepimiz yaralıyız, hepimiz acılıyız, hepimiz yetim ve öksüzüz bu saatten sonra. Bin yıl dahi yaşasak, 6 Şubat pazartesi sabahı şafak sökmeden saat 4.17'de yaşadığımız ve üç gün boyunca yaşadığımız çaresizliği asla unutamayız..

"Kimse yok mu, sesimi duyan yok mu?" çığlıkları asla eksilmeyecek kulaklarımızdan...

Evet yaşayacağız, evet yeni bir hayat kuracağız, evet ülkenin değişik vilayetlerine gönderdiğimiz çoluk çocuğumuzla tekrar bir araya geleceğiz, evet adıyaman'ı yeniden ve eskisinden daha yaşanılır bir şehir haline getirmek için mücadele vereceğiz ama bu yaşadıklarımızı asla unutmayacağız...

Günün birinde yeniden ve hatta eskisinden daha güzel bir evimiz olsa bile o evin sevdiklerimizle birlikte gülüp oynaştığımız o eski sıcak yuvamız olmadığını ve sevdiklerimizin depremden öte bir ihmalden dolayı enkaz altından sağ çıkarılamadığını asla unutmayacağız...

Ne yaparsak yapalım, nereye gidersek gidelim, nerede yaşarsak yaşayalım hep bir eksik olacağız... Kırık ve dökük, yaralı ve acılı olacağız. Evleri yuva yapanın dört duvardan ibaret, dayalı döşeli, möbleli odalar olmadığını ve sevdiklerimiz olmadan bütün evlerin dört duvardan ibaret olduğunu unutmayacağız...

Siverekli bir fırıncı vatandaşın aracının bagajına yükleyip getirdiği lahmacunu da unutmayacağız, devletin lahmacundan ibaret olmadığını da...

Türkiye'nin onlarca vilayetinden çok kısa bir sürede yardımımıza ulaşan bu ülkenin vicdanı vatandaşlarımızı da unutmayacağız 3. günün sonunda bizden haberdar olan ve bunu depremin 22. gününde kabul eden devleti de...

Kefensiz gömülen vatandaşlarımızı da unutmayacağız, dondurucu soğukta hastane koridorlarında sarılacak battaniye, giyilecek iç çamaşırı bulamayan depremzede yaralarımızı da...

Bu Şehirde yaşadığımız güzel günleri de unutmayacağız, ihmalden kaynaklı enkaz altında sağ çıkaramadığımız arkadaşlarımızı da...

Unutanlar ve unutacak olanlar Devleti Siverekli bir fırıncı vatandaşın aracının bagajına yükleyip getirdiği lahmacundan ibaret sananlardır...

Günü geldiğinde, 300.000 nüfusun yaşadığı ama kimsenin evinde konaklayamadığı güzelim şehirde bütün sorumlulardan hesap soracağız hiçbir şekilde netice alamayacağımızı bilsek bile..