Erdal Eren’in on gündür yediği dayaklar ülkücülerin de vicdanını kanatıyordu. Bir gün dayakçı subay yine içeri girip sesini yükseltti: “Erdal Ereeeen!..”

Erdal Eren idam cezası almış, sol görüşlü bir tutukluydu. İddiaya göre de asker katili idi.

Her gün iki, üç saat yerde hamur gibi yoğrulur, kan revan içinde hücresine dönerdi.

Karıştır, barıştır uygulaması olduğu için devrimci ve ülkücü tutuklular aynı hücrelerde tutuluyordu.

Erdal Eren’in on gündür yediği dayaklar ülkücülerin de vicdanını kanatıyordu. Bir gün dayakçı subay yine içeri girip sesini yükseltti:

“Erdal Ereeeen!..”

“Burdayııım, emret komutanım!..”

Aaa!.. Bu son ses Erdal’ın değildi, bitişik hücredeki Ülkücü Mahmut Eren’den geliyordu.

Mahmut’un bulunduğu hücrenin kapısı gıcırtı ile açıldı, iki asker onun kolundan tutup yan tarafa aldılar.

O gün Mahmut yerde hamur gibi yoğruldu, ağzı burnu kan içinde kaldı,

sendeleyerek, sürünerek hücresine döndüğünde ülkücülerin merakı kazanda kaynayan süt gibi kabarmıştı. Bir ülkücü sordu:

“Bi yanlışlık mı oldu Mahmut?.. Sen bu dayağı niye yedin?..”

“On gündür Erdal’ı dövüyorlardı, bugün onu dinlendirmek istedim.”

***

Aradan 40 yıl geçti.

Erdal Eren idam edilmiş, Mahmut Eren hayata gözlerini yummuştu.

Biz bu hikâyeyi yeni yetme ülkücülere tam anlatamadık.

Ülküdaşlığın öz gardaşlıktan öte bir duygu olduğunu tam anlatamadık.

Anlattıklarımızı da araya giren siyasetçiler tersyüz ettiler.

Sinan Ateş’e pusu kurdular, altı mermi saplandı bedenine.

Mermilerden değil de tetiği çeken elin kahpeliğinden,

o kahpe eli bulup karşısına çıkartan arkadaşlarının namertliğinden bacakları titredi ve yere düştü.

Mermiler yere düşürmedi, düşüremezdi de.

Bursa’da iki kızının “Baba gitmeee” feryatları göğe yükseldi.

Hiçbir dava, hiçbir ülkü, hiçbir parti tabelası o yavruların bir damla gözyaşından üstün değildir.

***

Ah Mahmut Eren ahhh!..

Tam zamanında göçünü topladın bu dünyadan; Sinan Ateş’in bedenine saplanan ülkücü mermileri iyi ki göremedin.

Kırk yıl ötede “Ülkücü olmak kolay, önce insan olmak gerekir” demiştin ama anlayan çıkmadı.

Alper Aksoy