Altmışlı yılların sonuydu. Geçmek bilmez baş ağrıları nedeniyle Hacettepe’ye götürülen babacığım o yıllardaki özel hastanelerden birinin simsarlarının tuzağına düşmüştü. Sadece sinüziti olduğu halde, büyük ihtimalle ameliyat edildiği ispatı gayesiyle defalarca alnından, göz üstlerinden ve altlarından göstermelik, gereksiz kesiler açarak yapılmış görünen ameliyatlar için her seferinde bir tarlamızı satmak zorunda kalmıştık. En sonuncu da para yetişmediği için ameliyat masasında buz gibi havada çıplak bekletildiğini duymuştum evimize döndüğünde ziyarete gelenlere anlatımından. Çocuk kalbim acıyla sızlamıştı. Çiftçi olan babacığım açık havada, rüzgarda, soğukta traktörle çalışmak zorunda olduğu için o yüzündeki ameliyat kesikleri nedeniyle hiçbir zaman iyileşemedi...

On yıl sonra, Hacettepe'de
öğrenci olduğum 1979 yılında, babam yine aynı doktora görünmek üzere gelmiş birlikte gitmiştik. Aynen babam gibi bir köylü amca derdine çare bulmak umuduyla doktorun masasının kenarındaki sandalyede oturuyordu. Bütün vücudunun filmi çekilmiş gibi oldukça kabarık film ve tahlil tomarı doktorun önünde yığılıydı. Hızlı hızlı bakıp geçiyordu, lüzumsuz, sırf para tuzağı olarak istediği çok belliydi. Belli ki o da, babam gibi tuzağa düşmüş soyuluyordu. Büyük ihtimal gereksiz ameliyatlar da olacak, hem canı yanacak, hem parasını ve belki de derman umuduyla geldiği hastanede sağlığını, hayatını kaybedecekti.

Babama sıra geldiğinde yine ameliyat gerektiği söylenmişti. Doktor hiç güven vermediği için babamı Hacettepe'de KBB uzmanına muayene için ikna ettim. Hastalık hikayemizi dinleyen ve muayene eden genç doktor acı gerçeği söyledi büyük bir üzüntü içinde. Babamın sadece sinüziti olduğu ve böyle bir sinüzit ameliyat yöntemi olmadığı, para için göstermelik defalarca ameliyat edildiği acı gerçeğini...

Sonraki yıl başladığım askeri hastanelerde, laboratuvar teknikerliği görev yıllarımda, arızalı laboratuvar cihazlarının satın alma komisyonlarınca rüşvetle sağlam kabul edilerek alındığı, yıllarca laboratuvarda bir köşede üzerinde kılıfıyla beklemesi gibi pek çok devletimizin parasının heba edildiği yolsuzluklara tanık oldum. Diyarbakır ve Gelibolu asker hastanelerinde bu sebeple amirlerimle mahkemelik oldum. Hatta Gelibolu'da iki buçuk yıl süren askeri mahkemede yargılanma sonucu, bir yıl hapis cezası da verildi. İlahi adalete güvenimle, hakimler suçsuz olduğumu anladığı ve belki de vicdan azabı çektiklerinden yargılamanın yenilenmesi yolunu gösterip berat etmeme vesîle oldular.

Emekli olduktan sonra çalıştığım özel hastane ve tıp merkezlerinde de akşama kadar kazma sallamış kanalizasyon işçisi, gariban, yorgun adamların, akşam vakti hasta eşlerini getirdiği tıp merkezinde sırf parasını almak için, "Ooooo Ahmet bey, hoş geldiniz!" gibi abartılı karşılamalarla eşinin yanında onure edilip, gereksiz film, tahlil ve sözde tıbbi müdahalelerle, nasıl o yoksul haliyle parasının alındığına içim yanarak tanık oldum.

Yetmişli yılların sonunda Hacettepe hastanesi laboratuvarlarında stajerken haberdar olduğum ilaç şirketi mümessilleri ayrı bir dramdı. O yıllarda da doktorları sıkça ziyaret eder, kalem, küçük not defteri gibi hediyeler verirlerdi çalışanlara da. Sonra beş yıldızlı otellerde kongre adı altında tatil rüşvetleri başladı.
Tuzak yemleri yutan doktorlar, rüşvete bulaşan hastane, sağlık müdürlüğü, hatta bakanlık üst düzey yetkilileri çıkar uğruna nasıl bir canavarı beslediklerini, işin bu gün hepimizin hayatını tehdit eden duruma geleceğini bilmiyorlardı...

Yaşadığım şehirde bazı doktorların İzmir'de yaşadığı için her gün İzmir- Salihli arası ilaç şirketlerince özel arabalarla taşındığını biliyorum. Bu doktorların devletin parasını korumak adına daha uygun fiyatlı ve hastaya daha iyi gelecek olan ilacı değil, muadili olan en pahalı, yan etkisi en ağır olan da olsa rüşvet aldığı ilaç şirketinin ilacını yazdığını da bilmeyen yok...

En son, 2010 yılı sonunda kırk gün çalıştığım ve cihazların yanlış sonuca sebep olduğu tespitim ve mücadelem nedeniyle işten çıkarıldığı  özel hastane laboratuvarında, daha önce çalıştığım hastane ve tıp merkezlerinde de olduğu gibi Alman tıbbi cihaz şirketinin hurdalık cihazları vardı. Ülkemizi üstelik parayla satarak hurdalık, çöplük olarak kullanan şirket... Yerler granit, mobilya- mefruşat lüks ancak önemli olan tıbbi cihazlar ikinci el, hurdalık... Hastalar yerlere, mobilyalara bakıp lüks sağlık hizmeti aldığını zannederek dünya kadar para döküyordu...

Aynı hastanede üç kere diz ameliyatı olduğu halde şifa bulamayan, yürüyemeyen kadınlar tanıyorum.
Devlet hastanesinde doktorun böbrekleri, akciğeri bitmiş, evine götürün dediği yaşlı, hasta babasını bir umut özel hastaneye götüren dar gelirli, asgari ücretle ailesini geçindiren oğulun, yapılan gereksiz ameliyat ve yoğun bakım tutarı olan, bir o kadarı devletten alınan, 18.000 lira gibi büyük rakamı, kurtarılamayan babasını gömdükten sonra hala kredi borcu olarak ödediğini de biliyorum...

Seksenli yılların sonuydu. Diyarbakır asker hastanesi mikrobiyoloji laboratuvarında görevliydim. Bir aydan fazla zamandır geçmeyen, ağır bir grip sonrası kollarımı kaldıramaz olmuştum. Hızla kilo da veriyordum. Muayene olduğum fizik tedavi uzmanı romatoid artrit olduğumu, düzenli tedavi olmaz, kendimi korumazsam beş yıl içinde tekerlekli sandalyeye mahkum olabileceğimi söylemişti.

Çocuklarım henüz altı ve dört yaşlarındaydılar. Bana daha uzun yıllar ihtiyaçları olacaktı. Üstelik çalışmaya da devam etmeliydim. Bu korkuyla doktorun verdiği tüm ilaçları aksatmadan kullanıyordum. Düzenli kontrole gelmemi de tembihlemişti. Her gittiğimde hemen çekmecesinden çıkarıp bir iğne yapıyordu. Elim yüzüm balon gibi şişmeye başlamıştı.

Bir süre sonra hastalığı durdurabilmek için Almanya'dan bir ilaç getirtmemiz gerektiğini söyledi. İlaç anormal pahalıydı. İçinde altın tuzu varmış. Kredi çekip getirttik. Faturasıyla müracaat sonrası, paramız uzun uğraşlar sonucu ödendi. Çok ağır böbrek yetmezliği yan etkisi olan, bu yüzden hastanede yatarak kontrol altında kullanmam gereken bir ilaçmış ancak bana hastanede çalışmaya devam ederken kullandırıldı. Kısa sürede böbreklerim alarm verdi. Kanda enfeksiyonu gösteren tetkikler de anormal yükseldi. Apar topar Ankara GATA'ya sevkedildim.

Hikayemi dinleyen fizik tedavi bölüm başkanı profesör, çok zayıfsın, o yüzden hastalanıyorsun, sana biraz kilo aldıralım dedi. Hastanede yattığım bir aylık sürede düzenli pek çok ilaç verildi, fizik tedavi uygulandı ve yine iğneler yapıldı. Hızla kilo alıyordum. Taburcu olduktan sonra da durmadı kilo artışı. Bir yılda otuz kilo aldım. Yapılan iğneler İsrail menşeli kortizonmuş meğer...

Bir süre sonra yan etkisi olan kemik erimesi ortaya çıktı. Henüz otuz beş yaşımda olmama rağmen. Bu arada her beş yılda hashimoto tiroiditi, szjöngren sendromu gibi tuhaf adlı hastalık tanıları kondu. Her biri için yine ilaçlar.

Hormonal dengemin bozulması sonucu, göğsümde aniden ortaya çıkan kızarıklık, sertlik için mastid dendi. Yine ağır tedaviler yapıldı. Bu arada göğsümde kistler farkedildi. Kırk yaşımda meme kanseri oldum. Ameliyat, radyoterapi sonrası meme kanserini önlemek için verilen antihormon terapi ilacının bilinen yan etkisi olarak rahîm kanseri başladı. Rahim ve yumurtalıkların alınmasıyla aniden menopoza girme nedenli, durduramadığım ağlama krizleri, depresyon, duygusal çöküntü, kaygı bozukluğu, panik ataklarla 27 yıllık evliliğin bitmesi, yuvanın yıkılması, dibe vurma...

İkinci meme kanseri, ilerleyen kemik erimesi, kalça eklem deformasyonları. İlaçlar ilaçlar... Aynı antihormon tedavisi ilacı yüzünden bu kez yüksek tansiyon, kalp hastası oldum. Tedaviyi reddettim. En yakınlarımla, en sevdiklerimle ağır imtihanlar da eklenince ciddi sarsıldım. Alternatif tedavi, şifa arayışına başladım. Bu arada boşanma ve emeklilik sonrası tasavvuf okumaya başlamakla maneviyata yönelmemiş olsam asla toparlanamazdım...

İki buçuk yıl önce, kız kardeşime kemik yoğunluğu ölçümüyle ileri derecede kemik erimesi tanısı konulmuş ve hemen Laniczol adlı, tek dozda böbrek yetmezliği yan etkisi olan, sadece kalça kırığı olmuş, ameliyat, ölüm riski olan yaşlı hastalarda son çare olarak yazılması gereken ilaç yazılmıştı. Kardeşim henüz menopoza girmemişti, kemik erimesini düşündürecek bir şikayeti de yoktu. Üstelik ilacı almaya gittiği eczacı, bu gün sizin gibi beş genç hanım aynı anormal yüksek sonuçla aynı ilacı almaya geldi de deyince kardeşim beni arayıp durumu bildirdi.

Hemen bir özel hastanede ölçümü tekrar yaptırdık ve yarısı kadar, gayet normal çıktı. Uyaran eczacı doktoru arayıp bildirdiğinde, eczacının yakalanmayalım, başımız derde girmesin demek istediğini zannetmiş olmalı ki, bu öyle bir şirket ki hiç bir şey olmaz demiş. Cihaz arızalıymış düzeltildi dendi sonraki aradığımızda.

Ertesi hafta anne babamı muayene için devlet hastanesine götürdüğümde, karşıma ayakda zor duran, çok yaşlı, çok gariban bir köylü amca çıktı. Elinde bir ilaç torbası vardı. Beni müzik doktoru (fizik doktoru demek istiyor) gönderdi. Serviste iğne yapılcakmış, bulamadım diyordu. Kapıda duran hemşire hanıma sordum; hemşire hanım ikinci kata, fizik tedavi servisine götürün derken çok manidar bir ifadeyle gülümsüyordu.

Anne babamı oturtup, amcayı servise götürdüm. Görevli hemşire hanıma özetleyip doğru bölüme geldiğimizden emin olmak istedim. İlginç bir şekilde serviste aşı kampanyası varmış gibi, dört ayrı kuyruk olmuş yüze yakın hasta bekliyordu. Ellerindeki aynı ilacı gösterip, evet, doğru bizde onun için bekliyoruz dediler.

Olayın ciddiyetini böylelikle anladım. İlacın fiyatı 500 lira idi ve tek dozda böbrek yetmezliği yan etkisi olduğu prospektüsünde bile yazıyordu. Kemik erimesi olması hastaya yazılması için yeterli kriter değildir kararına rağmen, üstelik kemik erimesi olmayan hastalara yazılıyordu. Şikayetim üzere kardeşim gibi genç hastaların sonucu yüksek çıkarılarak yazılması durmuş ancak rapor gerekmeyen altmışbeş yaş üzeri yaşlılara yazılmaya, serviste serum içinde verilmeye devam ediliyordu.

O yaşlı amcaya ve diğer yüze yakın hastaya yapılmamasını sağlama imkanım yoktu. Elli yıl sonra yine tanık olduğum bir köylü amca daha yapılan ağır iğnenin yan etkisiyle ölümden döndü. Zor kendine geldiği ertesi gün arayıp akibetini sorduğumda söylendi. Telefonunu alıp aradım, torunuyla konuştum, dedemin dizleri ağrıyordu, serum vurmuşlar hastanede, dün akşam çok kötüydü, şimdi biraz daha iyi dedi.

Kötü ise köye ambulans gönderilmesini sağlayabileceğimi söyledim. Haklı olarak korktular, benden şüphe duydular böyle bir ilgiye alışık olmadıkları için. Siz neden ilgileniyorsunuz dedi torunu. Durumu özetleyip böbreklerini kontrol ettirmelerini söyleyip kapattım mecburen.

Hemşire hanıma bu katliam ve soyguna niçin sessiz kalıyorsunuz dediğimde ise, haklısınız ama biz emir kuluyuz, doktorun dediğini yapmak zorundayız dedi maalesef.

Hemen sağlık müdürlüğüne, bimere, cimere yazıp şikayet ettim. Kimse ciddiye almadığı için savcılığa suç duyurusunda bulundum. Sosyal medya üzerinden yaptığım paylaşımlarla tüm yurtta aynı ilacın fizik tedavi uzmanlarınca yazıldığı, serviste serum içinde verildiğini tespit ettim.

İki buçuk yılda ilaç şirketi stokları bitirdi. Şikayetim üzere kaç kere ilacın fiyatını düşürdü, yılıp vazgeçtim zannedildiğinde yeniden yükseltildi. Nisan 2019 tarihinde fiyat farkı nedeniyle ilaç toplatıldı bildirisi yayınlandı ancak sonra tekrar yazılmaya devam edildi. Hala devam ediyor. Şu an ortopedi uzmanları da yazmaya başladı hatta.

İnternetten takip ettiğim şirket sayfasında, Türkiye'nin duayen fizik tedavi uzmanı diye lanse edilen profesörler en lüks Avrupa şehirlerinde, fizik tedavi kongresi, sempozyumu adı altında şirket yetkilileri ile zevki sefada, yemelerdeydiler. Hepsi çok mutlu görünüyordu...

Güzel milletimin kimbilir kaç bin masum insanı bu hain katliamda sessiz sessiz kurban oldu. Şanslı olanlar sebebini bilemeden diyalize mahkum olacak. Yıllarca sürünerek acı çekerek ölecek. Diyaliz merkezlerinin sayısı hızla artmaya devam edecek...

Her yazılan ilaçla devletimizin altı oyuldu.
Bu mensubu ve hasta olmakla haberdar, tanık olduğum sadece sağlık sektöründe, bir şirket, bir ilaçla yapılan katliam ve soygun. Hatta düpedüz soykırım!.. Üstelik paramızı da alarak. Bu gün virüs kaosuyla, paniğiyle dünyayı darmaduman eden acımasız ilaç kartellerinin yaptıklarından sadece bir kısmı...

Önce İsrail menşeli kortizonlarla kemiklerimiz eritildi, çare olarak dayatılan kemik erimesi iğneleriyle böbreklerimiz iflas ettiriliyor, sonra diyaliz. Kortizonla şişirilmiş insanlarımızın eklemleri de deforme olduğu için diz- kalça protezleri takılıyor şimdi de. Onlar her halukarda kazanıyor, biz kaybediyor, acı çekiyoruz. Üstelik altı oyulan devletimiz, panikle daha da bozulmaya çalışılan ekonomimizle, zayıf düşürüp parçalamak, işgal etmek, sömürmek bütün gayeleri, hain emelleri.

İlaç kartellerinin maşası olmuş sağlık sektörü yetkilileri, çalışanları, iki buçuk yıldır bu soygun ve katliamı defalarca yazdığım halde sümenaltı eden özel hastane sahibi üst düzey sağlığımızı korumakla görevli olanlar, haberdar olduğu halde bana ne, işimi kaybetmeyeyim neme lazım diyenler geldiğimiz bu günün, yaşadığımız korkunun, acının müsebbipleridir.

Rüşvet olarak kazandıkları için sevindikleri paranın onlara ne sağlık garantisi ne de vatan sağlayamayacağını anlayabilmişlerdir inşallah. Yoksa hala bu durumdan da çıkar hesabındalar mı!!!

Güzel insanlarımız ve cennet vatanımıza sahip çıkabilmek adına, kendimiz ve mensubu olduğumuz kurumlardan sorumluyuz. Bu vatan hepimizin. Bu insanlar bizim. Biz sahip çıkarsak hepbirlikte batmayacağız...

Adevviye Şeyda Karaaslan

01 Nisan 2020