Bazen dolmuşa binerim. Siz de binin. Belki bir dostunuza rastlarsınız, belki yıllardır görmediğiniz bir okul arkadaşınıza… Belki de birinin işini kolaylaştıracak küçük bir iyilik yaparsınız.
Bazen dolmuşa binerim. Siz de binin. Belki bir dostunuza rastlarsınız, belki yıllardır görmediğiniz bir okul arkadaşınıza… Belki de birinin işini kolaylaştıracak küçük bir iyilik yaparsınız. O an mutlu olursunuz; kalbiniz hızlanır. Eski günler gelir aklınıza, çocukluğunuz belirir bir anda. Farkında bile olmadığınız yeni kelimeler takılır kulağınıza. Yaşlı, hasta ya da hamile bir kadına yerinizi vermenin huzuru çöker içinize.
Hatta en uzak durakta inin. Yürüyün.
Kaldırımda yürüyün. Parkta yürüyün.
Işıktan karşıya geçin. Çimlere basın, yapraklara dokunun. Ayakkabınız ıslansın, çamurlansın. Hayatta olduğunuzu hissedin. Nefes aldığınızı, toprağın kokusunu, akasyanın dikenini, zambağın titreyen narinliğini, zakkumun açmış çiçeklerini fark edin.
Sonra bir fırına uğrayın. Ben öyle yaparım.
Fırında sıra beklemeyi, ekmek almayı severim. Sıcacık, taptaze ekmek kokusunu… Dumanı tüten, ocakçının “Az daha pişsin.” diyerek tahta küreğe aldığı, havaya kaldırıp ateşe yaklaştırdığı o ekmeğin çıtırtısını…
Sıra beklerken bir başka dünya vardır orada:
Daha yeni geldiği hâlde ilk ekmeği kapıp gitmeyi kendine ayrıcalık sayanların telaşı…
Ekmek önce kâğıda, sonra poşete konulsun diye diretmenin verdiği tuhaf kibir…
Elinde iki biberle ağır ağır yürüyen dayı…
Utanarak parasını uzatan teyze…
Biraz yoğurt alın mesela, naylon poşete koydurun.
Tüm bu küçük sahnelerin, bu sıradan görünen ayrıntıların aslında hayatı nasıl somutlaştırdığını fark edin.
Çünkü hepsi bir arada, yaşadığınızı size yeniden hatırlatır.