Ev adeta bayram yerine dönmüştü. kadınlar ve genç kızlar, ikindi ezanıyla birlikte akşamın ne zaman sonlanacağı bilinmeyen gecenin hazırlıklarına başlandı.

Tanrı Uludur’dan Allahu Ekber’e: 3

KURTULUŞ ÇAĞRISI…

Tarih: 19 Haziran 1950, günlerden de pazartesi…

O gününün, diğer günlerden ve o güne kadar yaşanan tüm pazartesilerden farklı olacağı bir gün öncesinden belliydi.

Yaz aylarının hafta sonlarında mezar sessizliğine bürünen evimiz, cumartesi öğlenden sonra birden bire hareketlenmiş; deyim yerindeyse, bayram yerine dönmüştü. Evdeki kadınlar ve genç kızlar, ikindi ezanıyla birlikte akşamın ve ne zaman sonlanacağı bilinmeyen gecenin hazırlıklarına başlamışlardı.

Gün boyu kızgın güneşin altında Sultan Hamamı’nın göbektaşına dönen kesme taş döşeli hayatı/avluyu buz gibi sarnıç suyuyla yıkayıp soğutmuş; kerevetleri usulünce çiçekliğin etrafına dizmiş, üzerlerine pamuk minderler yayıp çevresine yastıklar yerleştirmişlerdi.

Misafirlerini sıcak yaz gecelerinde toprak örtülü damda ağırlamayı adet haline getiren Bübüykabam, o akşam belli ki dama ve çardağa gore daha korumalı bir oturma alanı olan hayatta/avluda toplanmayı tercih etmişti.

Mutfaktaki heyecan, telaş ve hareketlilik avludan çok da farklı olmamıştı. Büyükannem karataşın başına oturmuş, birbuçuk kilo yağsız kara eti dakikalarca doge doge macun gibi yapmıştı.

Annem kararınca bulguru, isotu, tuzu ve frenk suyunu/dometes salçasını çiğköfte leğenine koymuş; soğanı, maydanozu ve bostanalık mazmeyi defalarca yıkadıktan sonra tütün inceliğinde doğramıştı.

Yengem yeterince sac ekmeğini/lavas-yufka ıslayarak yumuşatmış ve sofranın içine yerleştirip bir güzel sarıp sarma lamıştı.

Semaveri yakmak, kova kova sarnıç suyunu karla biraz daha soğutmak ve acı kahveyi kaynatıp süzmek babama düşmüştü.

Tekel tütününü demli çay ile tavlayıp işaret parmağı kalınlığında siğara haline getirmek görevi, her zaman olduğu gibi yine Amacama verilmişti.

Yeni Mahalle’nin sözleri dinlenir yaşlıları ve ileri gelenleri ile mahallenin diğer hızlı demıkratları/demokrat yatsı ezanına doğru birer ikişer kapımızı çalmış ve yarım saat gibi kısa bir sürede hayatı/avluyu lebaleb doldurmuşlardı.

Önce çeyiz sandığı büyüklüğündeki 5 lambalı Ağa marka radyodan ajans haberleri dinlenmiş; arkasından zaman zaman tartışmaya dönüşen koyu birsohbete geçilmişti. Altı yaşlarında bir çocuğun fazla anlayamayacağı  “mühim memleket meseleleri”, yine altı yaşında bir çocuğun anlayabilmesi imkansız bir dille görüşülmüş, konuşulmuş, düşünülmüş ve danışılmıştı.

O akşam orada toplananların hepsinin gözleri ışıl ışıldı, hepsi sevinçli bir telaş içindeydi. Hepsinin gözünde 14 Mayıs 1950 gecesi gördüğüm üskek sevinç pırıltıları ve tedirgin bir mutluluk vardı. Bugün görmüşcesine hatırlıyorum o yüzleri. Yüzlerdeki mutluluk çizgileri, sebebini pek anlamamış olsam da, beni mutlu etmeye yetmişti o gece.

Geç vakitlere kadar oturmuşlardı o gece. İnce eğirip sık dokumuşlardı ziyadesiyle mühim memleket meselelerini. Neden sonra bir noktada anlaşıp, ‘sabah namazından sonra, köşe başında nasipse’ diyerek dağılmışlardı.

19 Haziran 1950 Pazartesi, gerçekten diğer günlerden farklı oldu.

Mahallemizin sözü dinlenir ve hatırı sayılır aksakal lılarının bir karara vardıkları saatten saatler once farklılığın farkını Mısır’daki sağır sultan bile duydu.

Yıllardan beri “Tanrı Uludur!.. Tanrı Uludur!..” çağrısıyla günü karşılayan insanlar o sabah, “Tanrı Uludur” seslerini bastıran “Allahu Ekber” haykırışları ile fırladılar yataktan.

Pekçokları kulaklarına inanamadı once.

Pekçokları rüya gördüklerini sandılar uzun süre.

Pekçokları da ‘üç maymun’u oynadılar korkudan. Hiçbir şey görmediler, duymadılar ve söylemediler.

Duyduklarına inananlar, güzel bir rüya sonrasının sarhoşluğu ve şaşkınlığı içinde, yorganlarını kafalarına çekip korkuyla kulak kesildiler Urfa semalarını çınlatan seslere. Müezzin efendilerin “namaz uykudan daha hayırlıdır” çağrılarını gözyaşlarıyla onayladılar yürekten.

Heyecanına yenik düşenler, damlara çıkıp uzaklardan perde perde yükselen seslere eşlik etmeye çalıştılar ve belki de tarihin en kalabalık korosunu oluşturdular farkına varmadan.

“Allahu Ekber!.. Allahu Ekber” diye diye…

Büyükbabam da bu muhteşem koroya katılanlardandı.

Evimizin yanında kiliseden çevrilme Urfa Mahpushanesi vardı.

Hapishanenin damında ve dört bir yanında silahlı nöbetçi jandarmalar vardı.

Avluda gardiyanlar, içeride mahkumlar vardı.

Bizim evde arka odada öksürülse, hapishanenin en uzak köşesinde bulunanlar duyardı.

Büyükbabam bunu bile bile çardağın damına çıkmıştı arkadaşlarına söz verdiği gibi. Rahmetli Büyükannemin feryadına, figanına, korkudan sararmış benzene aldırış etmeden;

“Allahu Ekber!.. Allahu Ekber” diye haykırmıştı sesi boğulana kadar ve  göz pınarları kuruyuncaya kadar ağlamış, ağlamış, ağlamıştı.