“Bizim iktidarımızda ne Amerika kalacak ne İsrail ne Avrupa kalacak ne Rusya! Hepsi önümüzde diz çökecek, aman dilemek için sıraya girecekler.

Bir Seçim Hikâyesi-

Gençliğimde bir siyasi partinin il başkanıydım. Sonra halkımın teveccühüyle milletvekili adayı oldum. “Halkın adayı” koymuşlardı adımı. Beni destekleyenler de “Memleket sevdalısı” diyorlardı kendileri için. Böylece Köroğlu-Ayvaz misali birbirimizi bulmuş, etle tırnak gibi tez zamanda kaynaşmıştık. Onlar, memleketin benimle kurtuluşa ereceğini söyledikçe, benim de o güne kadar farkında olmadığım bir hizmet aşkı yüreğimi yakıp kavuruyordu. Proje üstüne proje geliştiriyor, geliştirdiğim projeleri nutukla bütünleştiriyordum. Doğrusu çok da güzel nutuklar çekiyordum.

“İşsizliği bitireceğim.”

“Yoksulluğun kökünü kurutacağım.”

“Herkesi ev sahibi yapacağım.”

“Memleketimi kalkındıracağım” dedikçe alkışlanıyor, alkışlandıkça coşuyor,

“Yaşa! Bravo! Helal olsun” nidaları altında adeta kendimden geçiyordum.

Yol isteyene yol, su isteyene su, köprü isteyene köprü sözü veriyordum. Verdiğim sözler yerine getirilmiş, hizmet olarak geri dönmüş gibi takdir görüyordum.

Hızımı alamıyor, memleketimin makûs talihini değiştirecek kulvarlara giriyordum.

“Çevre illerde ne varsa benim memleketimde onların on misli olacak.  Artık kimsenin vagonu olmayacağız, kendimiz lokomotif olacağız. Devletin hizmet kanalının memleketime gelmesini sağlayacağım. 90 yılda yapılmayan ne varsa 5 yılda tamamlayacağım hem de misliyle, hem de misli misliyle” dedikçe alkış seslerinden yer gök inliyordu. Alkışların hakkını vermek için daha çok vaatte bulunmam gerektiğini düşünüyordum.

“Devletten 50 yıllık birikmiş alacağımız var. Desteğinizle hepsini faiziyle birlikte geri alacak size hizmet olarak sunacağım. Bugüne kadar hep biz verdik. Verdiklerimizle hep komşu illere hizmet yapıldı. Onlar ihya olurken biz kâhya olduk. Artık yeter! Şimdi tahsilât zamanı” dedikçe kalabalıklar gözyaşını tutamıyor, heyecandan birbirine sarılıyor: “İşte bu! İşte bu! Aradığımız aday işte bu!” diyerek ne kadar isabetli bir karar verdikleri konusunda birbirlerini tebrik ediyorlardı.

Manzara beni çok duygulandırıyordu...

Onlara borcumu nasıl ödeyeceğimi bilemiyordum… Su parasını, elektrik parasını kaldırıyor, vergi ve trafik cezalarını siliyor, erken emekliliğin yolunu açıyor, emekli, dul ve yetimler için sosyal tesisler kuruyor, tepeden tırnağa, iğneden ipliğe her şeyin fiyatını %50 indiriyor, kazançlarınaysa %100 arttırıyordum. Bütün bunlarla yetinmiyor, yeni istihdam alanlarıyla memlekette bir tek işsiz bırakmayacağım sözünü veriyordum.

Öyle ki, söz vermekten, verdiğim sözleri nasıl yerine getireceğimi dahi anlatamıyordum. Doğrusu kimse çıkıp “Bu değirmenin suyu nerden gelecek, bu kadar hizmeti nasıl getireceksin?” diye de sormuyordu. Sormamaları çok işime yarıyordu tabi. Ne de olsa iktidar partisinin milletvekili adayıydım. İstediğim her şeyi kimseye sormadan tek başıma yapacak kudrete sahiptim.

Bu işler istişare ile yapılacak olsa iktidar olmaya ne gerek vardı? İktidar partisinin milletvekilinin adayına soru sormak ya da söylediklerine şüphe ile yaklaşmak kimin haddine idi. Ne desem alkışlanıyor ne yapsam takdir ediliyordum.

Doğrusu, ben de çok güzel nutuklar çekiyordum. Hatiplik konusunda kimse elime su dökemezdi. Özellikle kalabalıklar karşısında, hele bir de mikrofon olunca beni tutabilene aşk olsundu. Böyle durumlarda ilk işim açılan pankartları okumak sonra da gerekli coşkuyu vermekti. Gerçi coşkuyu vermeme pek de gerek kalmıyordu; çünkü ben daha konuşmaya başlar başlamaz, konuşmam yoğun tezahüratlarla kesilip alkışlanıyordum.

Bir defasında kürsüde konuşurken boğazım gıcıklanmış yanımda duran gençlerden birinden su istemiştim. Bunu gören yaşlıca bir amca:

“Hele bir su verin yiğidime... Aslanımın yüreği yanıyor” deyince, kalabalık, Kerbela’da Yezidi’n elinde kalmış Hüseyn’mişim gibi:

“Yüreğini yakanların yüreği yansın! Çakallara sırtlanlara yem olsunlar inşallah, geriye bir şey kalmasın onlardan. Kurt olsunlar yavrularını yesinler” şeklinde tepki göstermiş, adeta kıyameti koparmışlardı…

Tabi ben de halkımın bu tepkisi karşısında boş durmamış, gereken coşkuyu şiirle vermiştim:

“Akın var!

Güneşe akın!

Güneşi zapt edeceğiz

Güneşin zaptı yakın!”

Kalabalıktan birileri:

“Güneşi de zapt edeceğiz! Amerika’yı da zapt edeceğiz! Allah’ın izniyle köklerini kurutacağız. Tohumumuzu da kendimiz üreteceğiz” şeklinde karşılık verince, bütün kalabalık bir anda hipnotize olmuş aynı sözleri tekrar etmeye başlamıştı. Bir nevi âşıklar atışmasına dönüşen meydan okuma seansında sıra bana gelmişti:

“Bizim iktidarımızda ne Amerika kalacak ne İsrail ne Avrupa kalacak ne Rusya! Hepsi önümüzde diz çökecek, aman dilemek için sıraya girecekler. Yaptıkları zulmün hesabını misliyle ödeyecekler. Çeçenli, Afganlı, Filistinli ve diğer mazlum kardeşlerimizin kanları yerde mi kalacak?”

Kısa bir sessizlik… “Acaba yanlış bir şey mi söyledim?” diye düşünürken, beklediğim karşılık üç saniye sonra gelmişti:

“Döktükleri kanda boğulacaklar. Yenidünya düzeni bizimle kurulacak. Ülkemiz lider ülke olacak. Kahrolsun Amerika! Kahrolsun İsrail! Kahrolsun her türlü emperyalizm! Yaşasın Filistin! Yaşasın!..”

***

Seçim çalışmaları için bazen ilçelere gittiğim de oluyordu. İktidar partisinin adayı olmam hasebiyle gittiğim yerlerde İlçe emniyet müdürleri, kaymakamlar, şube müdürleri özel bir hazırlık yapıyorlardı. Bir aday değilmişim de daha çok özel yetkilerle donatılmış bir bölge valisiymişim gibi karşılanıyordum. İlçelerinde yıllardır çözülmeyen sorunlarla ilgili çok önceden hazırlandıkları belli olan raporları alıyor, hepsinin en kısa zamanda çözüleceğine dair garanti veriyordum. İlgi ve alakamdan memnun kalanlar iade-i ziyaretime plaketlerle geliyorlardı. Üzerinde “İleride yapacağınız güzel hizmetlerden dolayı şimdiden teşekkür eder…” yazılı plaketlerden nerdeyse ofisimde boş yer kalmamıştı.

Afişlerim evlerin balkonlarını, resimlerim arabaların camlarını, broşürlerim resmi dairelerin ve esnafların sehpa ve masalarını süslüyordu. Çocukların, üzerinde farklı pozlarda olan fotoğraflarımın yer aldığı balonları “Bakalım kim daha iyi şişiriyor?” diyerek, şişirip şişirip patlatması canımı biraz sıksa da bunun uzun ömürlü olamayacağını bildiğim için la havle çekip, görmezden geliyordum.

İlçeleri, kasabaları, köyleri, mahalleleri, özellikle de esnafları gezdikçe halkın bana olan hayranlığının bir kez daha farkına varıyordum. Özellikle esnaf vatandaşlar kendilerini ziyaret etmiş olmamdan dolayı son derece memnun kalmış olmalılar ki, her türlü içeceğin yanı sıra en güzel mevsim yemeklerini ısmarlamadan da göndermiyorlardı.

Bir tek devlet memurları, iktidar partisinin milletvekili adayı değil de sıradan bir vatandaşmışım gibi soğuk ve donuk bakışlarla karşılamışlardı beni. Sohbet esnasında yüzüme söylemeseler de içlerinden “Biz senin gibileri çok gördük, çok vekil eskittik. Çok vekil gelip geçti buradan, onların hali her türlü değişti ama bizim halimiz hiç değişmedi” dediğini duyar gibi oluyordum.

Ne düşündüklerinin çok da önemi yoktu. Çünkü diğer taraftan her söylediğimi imanın altı şartından biriymiş gibi tasdik eden ve bana her konuda güvenen binlerce hayranım vardı. Bu kadar hayranımın olduğunu, bu kadar sevenimin olduğunu aday olmayıncaya kadar hiç fark edememiştim.

Bazen “Bu kadar sevenin varken, onları nasıl olur da yalnız bırakır, Ankaralara gidersin?” diyerek kendime kızdığım da oluyordu. Ama bu düşüncemi hemen kafamdan söküp atıyordum. Sonuçta onların ve memleketimin iyiliği için gidiyordum Ankara’ya.

Nereden bakılırsa bakılsın 50 yıllık bir alacağımız vardı devletten. Bunun tahsili ancak benimle mümkün olabilirdi.  Ben Ankara’ya yan gelip yatmak ve memalikimi arttırmak için değil, memleketimi bu geri kalmışlıktan ve müreffeh memleketler seviyesine çıkarmak için gidiyordum. Bir bakıma kendimi onlar için feda ediyordum.

Seçim çalışmaları esnasında param pulum gitmiyordu gerçi. Birçok muhalefet partisinin vekil adayları yanlarında gezecek iki kişi bulamazken, benim yanımda her daim koşturacak, arabasıyla her yere gitmeye hazır yüzlerce ‘memleket sevdalısı’ hazır bekliyordu.

Muhalefet adaylarının verdiği selamı yarım ağızla alıp, merhabaya durmayanlar, ziyaretim esnasında anında çay, kahve, yemek gibi ikramlarda bulunuyorlardı. Ne zaman çay bahçelerinde ya da lokantalarda elimi cebime atacak gibi olsam, mekân sahipleri ‘bize hakaret olur’ dercesine yüzüme bakıp, beni dövecekmiş gibi olurlardı. Ben de vekil seçildikten sonra bu iyiliklerinin ve güzelliklerinin altında kalmayacak, misliyle karşılığını vermenin yolunu bulacaktım. Ki zaten bütün yaptıklarıyla “El eli yıkar el döner yüzü yıkar” demiş gibi oluyorlardı.

Artık kendimi bir vekil adayı gibi değil, bir vekil, hatta memleketimin yıllardır hasretini çektiği bir bakan gibi görüyordum. Hem ziyaretime gelenlere hem de seçim vesilesiyle ziyaret ettiklerime emrivaki ricalarda bulunuyordum:

Ankara’ya geldiğinizde ilk işiniz bana uğramak olsun. Sekreterime sizin için gerekli talimatları vereceğim. Memleketten geldiğinizi söylemeniz yeterli. Odamın kapısı da her daim açık olacak. Olur da kapalı görürseniz, sakın kapıyı çalmayın, tekmeyle vurun ve içeri girin.

Bir de bana ‘bey’ ‘beyefendi’ ‘sayın bakanım’ gibi resmi sıfatlarla hitap etmeyin. Aksi takdirde çok gücenirim. Odamda bulunduğunuz sürece sekreterim emirlerinizi yerine getirmek için hazır bekleyecektir. Çay, kahve, yemek, canınız ne istiyorsa çekinmeden kendiniz, kendi evinizdeymişsiniz gibi isteyeceksiniz. Resmiyetten hoşlanmam. Ayrıca kalacak yer endişesine de kapılmayın. Sizin için bir otel kiralayacağım. İşleriniz bitinceye kadar orada konaklayacak ve orda yiyip içeceksiniz.  Devletin parası yemeyle içmeyle bitmez, merak etmeyin. 50 yıldır biz yedirdik, şimdi sıra onlarda…”

***

Ama olmadı…

Ömrümün en yalnız, en ıssız, en uzun gecelerinden birini yaşadım. Pazar akşamı sandıklar açılmış, daha resmî sonuçlar açıklanmadan her şey gün yüzüne çıkmıştı. Hava yeni kararmıştı ama benim için zifiri karanlık kesilmişti dünya; seçilememiştim… İktidar partisinin adayıydım ama son sıra adayıydım. Seçim akşamı için önceden programlanmış bazı randevularım vardı. Sözde sevenlerim ve hayranlarımla bir araya gelecek, zaferimizi kutladıktan sonra, bir sonraki günün programını yapacak, partiye nasıl ve kimlerle gideceğimizi kararlaştıracaktık.

Kendilerine ayıp olmasın diye arayıp bu akşamki programlara katılmayacağımı söylemek istedim ama kimi aradıysam cevap vermedi bana. Belki onların da morali bozuktur, beni sonra ararlar diye kendimi teselli etmek istediysem de bunun züğürt tesellisinden ibaret olduğunu biliyordum aslında. Telefon elimde sabaha kadar bekledim. Üç paket cıgara bitirdim. İki demlik çay içtim. Gözümü kırpmadan bekledim. Biri arar,” Bu da geçer yahu! Aldırma Reis!” der, diye bekledim. Kimse aramadı…

Onca sevenim, alkışlayanım, hayranım, onca memleket sevdalısı bir anda sırra kadem basmıştı…

Sabahın ilk ışıklarıyla, ilk işim bütün plaketleri toplayıp büyükçe bir poşete doldurduktan sonra en yakın çöp konteynerine atmak oldu. Üzerinde “İleride yapacağın güzel hizmetlerden dolayı…” yazan plaketler çok önceden hazırlandığı için üzerinde adım bile yazmıyordu. Yapacağım bir hizmet de kalmamıştı zaten.

Sonra partiye yakın bir çorbacıya gittim. Hesabı öderken garson yüzüme bakmadı. İçerisi tıklım tıklımdı ama beni tanıyan tek kişi çıkmamıştı. Yabancı bir memlekette, yabancı uyruklu insanlar arasında yapayalnız kalmış gibiydim. O an acıyarak da olsa birinin bana bakmasına, bir selam verişine, tanıyormuş gibi hâl hatır sormasına o kadar çok ihtiyacım vardı ki anlatamam.

Lokantadan çıktıktan sonra partinin karşısındaki çay bahçesine uğradım. Çay bahçesine uğrayıncaya kadar selam verir gibi olduğum insanlardan kimse selamımı alır gibi yapmadı. Çay bahçesi miting alanı gibi kalabalıktı. Bütün masalar kapılmıştı. Sahipsiz bir tek sandalye bile kalmamıştı. Kalabalıktan nerdeyse yer bulamayacaktım. Bir iskemle çekip, sırtımı yaşlıca bir ağacın gövdesine yasladım. O güne kadar hiç görmediğim bir çocuk çay getirdi bana. Kimsenin yüzüne bakmıyordum artık. Yanımdan gelip geçenlerin bana çarptığına bakılırsa onlar beni görmüyorlardı bile.

Partiden yükselen “Geliyooorrrr!  Geliyooorrrr! Vekillerimiz geliyooorrrr!”  anonsuyla birlikte çay bahçesinde oturanların ellerindeki yarım çayları bırakıp adeta birbirilerini ezercesine partiye doğru koşturduklarını gördüm. Etrafıma bakındım; benden ve az önce bana çay getiren genç garsondan başka kimseler kalmamıştı. Garson, ben istemeden bir çay daha getirdi bana. “Abi masalar boşaldı, geç istersen” dediyse de, “Boş ver” gibisinden bir hareket çektim. Bir iskemle çekip yanıma oturdu. Elimde kâğıt kalem durmadan bir şeyler karaladığımı görünce ne iş yaptığımı sordu. “İşsizim” dedim.

“Abi liseyi bu sene bitirdim. Sınavı kazanamadım. Buradayım ama bu iş geçici. Seçim yoğunluğundan gelen giden çok oluyor diye işe aldılar beni, seçim de bitti. Irgatlığa da gitmek istemiyorum. Bana bir iş bulabilir misin?” dedi. Anlaşılan, “işsizim” dememden ne demek istediğimi anlamamıştı.

Partinin önünü dolduran mahşeri kalabalığın “Yaşa! Bravo! Helal olsun!” nidaları arasında kendimin ve gencin duyabileceği bir sesle: “Bakarız” dedim…

Baktım.

***

Düşümde Portakal Bahçeleri/ sondan üçüncü, baştan dokuzuncu öykü) yıl, belki de 2006 falan...