TUHAF BİR MİLLETİZ VESSELAM!
-30 Nisan 2013-

Fatih Altaylı’yı köşe yazarlığına başladığı ilk günlerden beri takip etmeye çalışırım.
En sıkışık günlerimin en sıkışık anlarında bile, yazdığı gazeteyi görür görmez sayfaları çevirir ve Fatih’in “Biz ne zaman adam oluruz?” başlıklı azamİ iki cümlelik yazısını okurum.
Hatta o köşeye nazire olsun diye nükte niteliğinde birkaç cümle de ben karalamıştım. “Biz niçin adam olmuyoruz” ara başlığı ile Tercüman’daki köşemin altına sıkıştırmıştım.
Hatırladığım kadarıyla: “Biz niçin adam olmuyoruz” sorusunu verdiğim ilk cevap:
“Fatih Altaylı günlük yazdığı için” ya da “Fatih Altaylı zamanını bir türlü tayin edemediği için” olmuştu.
Şaka bir yana, o köşede yer alan yüzlerce nükte içinde en büyük ilgiyi ve desteği şu üç kelimelik cümleciğim görmüştü.
“Söylemeyip söylendiğimiz için”
Bu üç kelimelik cümle ile asırlardır kanayan bir yaraya parmak basmış; daha doğrusu hastalığın adını koymuştum belki de.
Belki de güzel yurdumun güzel insanlarının en tuhaf tuhaflığını keşfetmiş veya keşfetmelerine karınca kararınca yardımcı olmuştum farkında olmadan.
Şimdi sakin kafayla düşündüğümde, farklı cümlelerle de olsa yine aynı şeyleri yazmak durumunda olduğumu görüyorum.
Ne ben değişmişim bir arpa boyu, ne de sevgili halkım.
Aradan geçen 15 yıl içinde ya ben değişememişim ya da modadan müziğe pek çok alanda hızla değişen mukallit halkım bıraktığım yerde duruyor hala.
Tuhaflıklar ülkeyiz, diye yazmışım 15 yıl önce.
15 yıl sonra tekrarlıyorum aynı tespitimi.
Gerçekten tuhaflıklar ülkesiyiz!..
Ne tür gariplik ararsanız, bizde, her türlü tuhaflık emre amade…
Dünyanın hiç bir yerinde tesadüf edemeyeceğiniz tuhaflıklar ve gariplikler, güzel yurdumda olağan ve sıradandan daha sıradan.
En büyük tuhaflık da, güzel yurdumun güzel insanlarının tuhaf ya da garip diye adlandırdıkları olgulara tepki vermeyişleri. Hastalığa kesin teşhis koyan doktorun tedavi uygulamaması gibi garip bir durum.
Ve tepkisizlik de olağan ve sıradan olmuş güzel yurdumda.
Siyasetçi, bürokrat ya da alış-veriş yaptığımız marketin-mağazanın tezgâhtarlarından birisi, yanlış veya hata sayılacak bir davranış sergilediğinde ya kaşımızı çatar ya da surat asarız.
Neden diye sormayız?
Şunu yanlış yaptın demez ya da davranışını şık bulmadığımızı söylemeyiz yüzüne karşı.
En fazla ancak yanımızdakinin duyacağı bir sesle vıdı vıdı ederiz.
Bazen erkeklik damarlarımız kabarır; “şeytan diyor ki patlat bir Osmanlı tokadı ya da camı çerçeveyi indir” cinsinden ucuz kahramanlık taslar, sonuçta yanımızdakilerin “şeytana uyma sakın” uyarılarını dikkate alır, ve susarız.
Sırası geldiğinde; evde, işte ve mecliste, “hukuk devletiyiz, hukukun üstünlüğü, herkes için hukuk” gibi cilalanmış cümlelerle mangalda kül bırakmaz, üfler de üfler ve savurur da savururuz.
Ancak… sıra uygulamalara geldiğinde; büyüklerimiz bizden iyi bilirciler safında el bağlar boyun bükeriz.
Hukuk da büyüklerimizin işidir, hukuksuzluk da..
Kamu yararı ya da zararı gibi bir kavram biteviye söylenen dırdırcı halkımın lügatinde yoktur. Canı çok yanmadıkça hukuka başvurmayı aklına getirmez pek. Devlet kapısında sürünmek olarak görür hakkını aramayı. Ama iki kilo bulgur, iki kilo simit ve iki kilo pirinç için kırk defa gider gelir belediye kapısına.
Dedik ya bir tuhaftır insanımız.
Ufkunu kapatan ya da kapatacak olan kaçak yapıyı ilgili makamlara şikâyet edip T.C.K.’nın 184’üncü maddesine göre cezalandırılmasını istemek gibi bir hakkı varken; bizimki otobüste, dolmuşta, sokakta, parkta ya da Binevlerdeki Balık Pazarı’nda etrafına topladığı adamlara bire bin katarak anlatır da anlatır bıkıp usanmadan...
“Ökkaş müdüre şu kadar milyar verdiler; Bektaş başkana bu kadar… Kontrola zabıtaya da üç beş verdiler, falanın beyin iti Çomar’a bir poşet dolusu yedirdiler… Diktiler apartmanı” diye söylenirde söylenir.
Arada bir vücut hareketleriyle yüz metre ileride yükselen bir başka kaçak yapıyı göstermeden de duramaz. Fark etmediğinizi sezince de bozulur. “Her gün gelip geçiyorsun buradan.. Şu eski meyhanenin yerini de mi görmoyarsun? Hisseli tapuya inşaat yapılır mı hiç? Niye yazmıyorsun beyim?” diye de sizden hesap sormaya kalkar.
“Tamam yazacağım hatta gerekirse savcılığa şikayet edeceğim. Ancak iş yargıya intikal ettiğinde seni şahit göstersem, bana anlattıklarını mahkemede söyler misin?”
Diye sorduğunda ateşe basmış kedi yavrusu gibi cıyaklaya-vıyaklaya ok gibi fırlar yerinden.
“Sakın ha ağam.. Başıma iş açarsın… Hem bana ne gerek… Belediyenin işini ben mi yapacağım” diyerek uzaklaşır yanınızdan.
Uzaklaşır ama uslanmaz.
Gider bir başka toplulukta söylenir. Hem de biraz daha abartarak.
Dertlerini ve sıkıntılarını gerek telefonla gerek bire bir bana anlatan herkese aynı yolu önereceğim.
Söylenmeyin, söyleyin!..
Önce başınızdaki adama ulaşıp konuşmanın yollarını arayın. Bu arayış bile sıkıntılarınızın yüzde 50’sini çözmeye yardımcı olacaktır, inanın.
Sonra sivil toplum örgütlerine ve medyaya taşıyın her ne sorununuz var ise..
Çözülmediğinde ise, bilin ki yapacağınız tek şey kalmıştır; sorununuzu hukuki yolları çözmek için bir dilekçe yazmak ya da yazdırmak.