-Akıl Yürek noktasından ‘Bir’ hakikat geçer- 

Sağlıklı, güçlü, dengeli insan; ömrü boyunca akıl-yürek dengesini kurabilen insandır. Yani bir insan       -şerefi mahlûkat derecesi ile- haysiyetli, onurlu, iyi niyetli, insanlığa olumlu katkı sağlayan, merhametli, muhabbet dolu, hür, ideal insan olarak yetiştirilecekse ve devamında kişilik sahibi, yetiştirildiği bu çıtayı düşürmeyen insan oluşu bir ömür sürecekse; insanın aklı ve yüreği, hep aynı anda ve daima, onu "insan" kılacak kıymetli hazinelerle beslenmelidir.

Bir insana her an, her adımda, aklını kullanmayı (düşünmeyi, tefekkürü) ve yüreğini devreye sokmayı (sevmeyi, vicdanı, inanmayı, ulvî duygularla dolu olmayı) iyi öğretmeli;  yine insana, "insanın kendi iradesi ile düşünmesinin" ve "inanmasının", insan olmanın bir gereği olduğu hakikati kavratılmalıdır... Bakın! Düşündürmek ve inandırmak yani dikte etmek demiyoruz... Aksine, düşünmek ve inanmak... Hatta bundan da öte; her durumda,  aklın ve yüreğin aynı anda muhakeme edebilme ve hissedebilme melekelerinin, "insan" olma derecesi için kıymetli ittifakı diyoruz...

Sadece aklını kullananlar "bilir"... Teknik olarak her bilgiye ulaşır, diyelim. Aklı kullanmak yoluyla bir şeyleri bilmek eğer kendi irademizle ise "ezber ve dikte etme"nin yanında bir derece iyiyse de, yüreksiz olduğu için yarımdır, topaldır, sağırdır... Sadece akla yatırım yapanlar, hissi bir kenara atacağından bu kişilerin zalim, bencil, kontrolsüz güçlü, tehlikeli hatta hain olması kuvvetle muhtemeldir...  Kontrolsüz güçlü oldukları için -bencillikleri uğruna- kendi küçük çıkarları hesabına başka güçlerin esiri olabilirler ama ne yazık ki ‘güç sarhoşluğundan’ ne vakit güçlüye esir olduklarını akledemezler. (Zira akletmek; aklıselimlerin işidir. Bu konuya geleceğiz.) Hele ki önlerine geçen her bilgiyi yorumlamadan, sentezlemeden ezberlemeyi zeka ve bilmek olarak görenler, akılsızlar kadar tehlikeli, atıl, hatta yönlendirilebilen akıllılardır. Böyle insanlar (sırf akıl pusulası kullananlar / kullandıklarını sananlar yani), bildiklerini zannederler; fakat hakikati asla bilemezler. Şansları yaver gidip   –tesadüfen- doğru bilgileri bilseler de bu bilgilerin hayattaki karşılıklarını bulamazlar. İnsana ve olayların insanî sonuçlarına duyarsızdırlar. Çünkü kendilerinden, kendi hayatlarından ve çıkarlarından başkasını tanımazlar / tanıyamazlar, göremezler, dinlemezler... ( Yani bir anlamda, sırf akıl sermayesi taşıyanların bencillikleri bumerang gibi en sonunda kendilerini bitirir veya esir düşürür.)

Sadece yüreğini devreye sokanlar, çoğunlukla duygu ve hisleri ile bir şeyleri "bulduğunu" sananlardır... Bir şeyleri bulsalar da, bulduklarının ne/ler olduğunu hiçbir zaman bilemezler. Dışarıdan müdahale ile bilgilendirilseler de işitirler ama duymazlar ve asla anlatılanı tasavvur edemezler. Bu insanların muhakeme kabiliyeti olmadığı için asıl fotoğrafı göremeden hissederler. Buldukları, onlara sunulan, önlerine konulan, ellerine verilen her şeye, her bilgiye körü körüne bağlanırlar. Bunlar tabiri caizse kördür. Önlerine çıkan her bilgiye, bilgiliye (bilgili gibi kendini gösterene), dikteye, genel ezbere hemen inanırlar... Hatta çoğu bilgilere anlatanlardan, dikte edenlerden daha çok inanırlar. Anlık tepki verirler, zira... Akılsız yani aklın izole edildiği saf yürekle yalnızca zanlar ve yarım yamalak inançlar üzerine hareket ettiklerinden daima birilerinden, bir şeylerden, bir yerlerden bir işaret beklerler. Ararken, anlarken(!) pasiftirler; dinlerken, yönlendirilirken üstün bir performansla aktiftirler. Ağlamak, gülmek, hemen beğenmek, çabuk kanmak, sinirlenmek, algılara kapılmak, sahneye hemen fırlamak gibi tepkileri bir anda ve sıkça olduğu için zayıftırlar. Bir konuda, bir yerde, bir konumda kararlı ve etkili varlık göstermeleri zordur; fakat yönetilmeleri oldukça kolaydır... Çünkü kendilerini tanıyamaz, göremezler... Çünkü henüz kendilerini bilememişlerdir.

Akılsız yüreklilerle yüreksiz akıllıların her ikisi de bir yandan itaatkar, acizdirler; diğer taraftan işaret bekleyen, her defasında yönlendirilebilen tehlikeli sürüdürler... Böylelikle; iki ayrı uç kutupta gibi görünseler de insanlık zafiyetinde ortaktırlar... Bu iki uçtaki yığınlar, adım atmak için hep bir yerlerden yön levhası, emir, dalga, rüzgar umarlar... Ve daima küçük bir kıvılcım, küçük bir hediye, çıkar üzerine istenilen yöne, gayeye doğru harekete geçirilebilirler. Bir hedefe (bazen birbirlerinden habersiz de olsa, ortak bir hedefe), çoğunlukla da birbirlerine kolayca düşmanca yönlendirilebilirler.

Bir de bu iki uç kutbun tam ortasında hayatın ve insanlığın dengesi olan dengeli, aklını ve yüreğini her an koordineli kullanabilen aklıselim, “has insan”lar vardır. Yani ‘akledenler’… Dünyamız ve insanlık şanslıdır ki böylesi insanlar şükür ki hâlâ tükenmemiş, tüketilememiştir. Şahsiyet ve cesaret sahibi, fikri ve hisleri olan; bulunduğu anı, yaşadığı asrı, hayatın anlamını doğru kavrayarak yürekli ve akıllı çözüm üretebilen; ilke ve idealleri olup da bu uğurda ferdî (kişisel) ve içtimaî (sosyal) mücadeleyi bilerek hem kendi hayatında hem insanlar arasında "varlık gösteren"; insanlık için çalışan, insanlığın ortak ideallerinde uzlaşan, akıl-yürek dengesine kavuşmuş akıllı, aynı zamanda yürekli insanlardır bu insanlar... Aklı ile bilen ve yüreği ile bulan; aklı ile çözen yüreği ile onaylayan, bazen de tam da tersine o anın özelliğine göre yüreği ile hisseden aklı ile onaylayan bu insanlar, akıl ve yürek hazinelerinin, hakiki insan olmanın farkındadırlar. Onlar, akıl ve yüreğin birlikte seferi ile aklederler…

Evet, akıl ve yürek bir insan için beraber kullanılması gereken sonsuz birer hazinedir. Çünkü akıl gerçekleri öğrenir, düşünür, koordinatları belirler, hedefi bilir; yürek aklın bildikleri arasından (bazen sentezleyerek bazen analiz yaparak) ama en çok da his ve sezgilerini de devreye sokarak hakikati bulur... Tam tersi de olur; yürek ‘Şu ân tam da böyledir, buldum, hissettim; haydi söyle bu âna nasıl tepki verelim Akıl?’ diye sorar. Akıl da, hemen o dem, yüreğin hissettiklerine çözüm üretecek veya hisleri teyit edecek bilgiyi gönderir yüreğe.  Akıl tüm zamanın hafızasıdır, tüm zamanın bilgisini bilir; yürek ânın hükümdarıdır; aklın verdiği bilgiler arasından o anın ‘cesur’ hakikatini bulur. Akıl ve yürek potansiyelini / hazinesini kimselere kaptırmadan cesaretle kullanabilen ‘akleden’ aklıselim insansa, bildikleri ve bulduklarının toplamından çok daha derin, çok daha güçlü ve çok daha kıymetli varlıktır... Ân’ı; yürek ve akıl birlikte kavrar; birlikte hakikati görürler. Aklıselim insanlardaki “üçüncü göz” dedikleri –tam da şu an yazılan o benzersiz hazine- bu olsa gerek…

Aklıselim insanlara selam olsun... Duam odur ki akledebilen, basiretli insanımızın sayıları artsın…

Rânâ İSLÂM DEĞİRMENCİ

Eğitimci / Şair- Yazar