-İnsanı yaşat ki devlet yaşasın-

Klasiğim haline gelen, Edebiyat'ta 'İlk Ders'im var: Dersin sonunda "bilgi, bilge, olgun, aydın, kültür" gibi kelime ve kavramların anlamı nedir, sorarım gençlere. "Bu kelimelerin anlamlarını öğrendiniz mi yoksa hiç düşünmediniz mi; anlamlarını öğrenmediyseniz veya düşünmediyseniz hemen harekete geçin" diye de eklerim.

Kelime ve kavramların anlamları ile kelime ve kavramların insan zihninde şekillenen kavram haritaları çok önemlidir. Çünkü her birimiz zihnimizde oluşturduğumuz (oluşan) kavram haritaları ile kendimizi, şahsiyetimizi şekillendirmekle kalmıyor; hayatımızı ve dünyayı böylelikle anlamlandırıyor, dizayn ediyoruz. Hatta bu harita ile kendimizi ve diğer insanları hayatta konumlandırıyoruz.

Bu günlerde devletin kademelerinde, ilmin gelişmesi gereken kurumlarında; hatta gündelik hayatımızdaki herhangi bir insanî ilişkide bazı sıkıntılar yaşıyorsak -ki diz boyu yaşıyoruz- önce zihin haritalarımızdan firar eden / silinen, sonra da şahsiyetimiz ya da hayatımız için bir anda anlamını yitiveren ama aslında "insan", "millet" ve "devlet" oluş için önemli kavramları, rükûnları, kaideleri, töreyi, usûlü, davranışı, hasleti karşılayan kelime ve kavramların içini hem lügat anlamlarında hem de hayatın pratiğinde boşalttığımızdandır. Zihnimizdeki kelime dünyası daraldıkça da insanlığımız ve insan ilişkilerimiz de çoraklaşıyor. İnsan ilişkileri zayıfladıkça bundan devlet ve millet de büyük ölçüde payını alıyor.

Ne yazık ki "edep" , "insan olma" ve "devlet töresi" dersleri alamamış -hayatlarında, bu dersler yanlarından yörelerinden geçmemiş- büyüklerin ('büyük' demekle, hemen ilk etapta lugat anlamı ile de olsa kendini 'yetişkin' sayanları kastediyorum) arttığı şu dönemde 'liyakat', "işin ehli", "usta-çırak", "alın teri",  'devlet töresi" ve bunlar gibi kelime ve kavramların hem lügatteki hem de insan, millet, devlet olmadaki manasını, önemini, hayatiyetini bilenler ve dahi bu farkındalığı tüm zerrelerinde yaşayanlar çok az. (Tabii, yukarıdaki kavramların hemen yanında anlamı ve insanı şekillendiren yönleri ile saymamız; varlıklarına önem vermemiz gereken  'utanma', 'edep', 'sadakat', 'vefa', 'takdir', 'tevazu', "diğergamlık" gibi kelime ve kavramları da iyi düşünmek, aramak, bulmak, yaşamak gerek de... Ah keşke bir gün o kelime ve kavramların okunduğu, yaşandığı anlara, mekanlara varabilsek... )

Oysa ki yukarıda saydığımız kavramları içselleştirememişlerin; şahsiyetlerine ve hayatlarına sindirememişlerin kağıt üzerindeki bilgi(!) düzeyleri ile sanal, kaygan ya da          -göreceli- sağlam / kalıcı satıh üzerindeki "güç(!)" performansları; -kimileri bu söyleyeceğime üzülse de-  "bir işte muktedir",  'bir noktada / mekanda / konuda mahir, yetkili", "insan oluşta görünür / var", "insanların yüreklerinde itibarlı'  olmak için yetmiyor. 

Bir insana diploma ve referans gerektiği kadar (ki bunların elde ediliş / hak ediliş / kullanılış / arenaya çıkarılış modelleri, günümüzde oldukça hızla ve pervasızca çeşitlenmiştir; bu da ayrı bir yaralı bahis) hatta onlardan da fazla İlim, millet ve devlet töresine yakışan, "insan" oluşa hakiki referans teşkil edecek 'şahsiyet' düzeyi de gerekir. Malesef son zamanlarda, gittikçe artan vahametle ülkemizde ilimde, devlet kademelerinde liyakat, sadakat, töre, ehliyet, edep, usûl, hak, esasa / hukuka riayet, etik ve meslekî değerler erozyonu yaşanmaktadır. Üstelik bu gözle görülür erozyona sebep olanlar tam manası ile pervasız ve cüretkar hareketler, tavırlar sergilemeyi kendilerine hak sayıyorlar. Hakkı nereden alıyorlarsa...

İşin böylesi vahamet, garabet ve hatta -kanıksattırılmaya, normalmiş, olağanmış, birilerinin birilerine bu şekilde pervasızlığı müktesep hakmış (kazanılmış hak) gibi gösterilen- acınası, kör topal alâmetler silsilesi haline gelmesinde elbette ki bu ülkede yaşayan hepimizin dolaylı veya dolaysız eksiği, kusuru, ihmali büyüktür. Ve elbette insanî erozyona uğrayanların (aynı anda da insanlığı, erozyona uğratanların)  devlet ve milleti de erozyona, zafiyete sürükleyeceği / sürükledikleri aşikardır.  Erozyonun geçen her anda görülmesi, anlaşılması durumuna; hayatımızın her alanındaki etkili / yetkili, donanımlı / donanımsız, ehil / nadan, yürekli / bukalemun, akıllı / tilki kişilerin, noktaların çok uzak veya çok yakın durmaları ya da sesli veya sessiz kalmaları, "insan, insan oluş / kalış" denen problemimizi ya çözecek ya da problemi daha da içinden çıkılmaz hale getirecektir. Ama ben, hem insanımızın insanlık alanında kurtuluşu ve hem de devletimizin bekası için bu gidişe 'dur' demek gerektiği kanaatini taşıyanlardanım. Zira ben devletimi, milletimi, insanımı, insanlığı tüm aklım ve tüm yüreğimle seviyorum. O yüzden gördüğüm, uzunca zamandır rahatsızlık duyduğum birkaç noktayı dillendireceğim. (Vahim manzaranın birçok boyutu ve görünür / görünmez birçok sosyolojik, insanî sebebi var. Ben bir ikisine değineceğim bu yazımda.)

Görülen o ki üniversitelerimizde gençleri sadece uzmanlık alanlarında bilgi ile donatmak; onları üç beş okulun diploması, yabancı diller, yurt dışlarında 'master'lar ve sertifikalarla bezemek yani gençleri yalnızca hırs ve tamah makinaları haline getirecek şekilde yetiştirmek bizi bu hale; devleti, milleti, hakkı, insanı yok saymayı seyreder hale getirmiştir. Bir de buna; o gençlerin büyüklerinin (eş, dost, akraba, hemşeri, sınıf arkadaşı, anne, baba, hoca, dayı, ağa vb.)  "sen oku hele oğlum / kızım ben seni bir yere tak diye yerleştiririm' diyerek sırtını da sıvazlamalarıyla iş tamamdır(!) Ne kadar kolay değil mi? Edep, töre, sıra, devlet, liyakat, alın teri, çaba, sevgi, saygı, hak öğretmediğimiz / beklemediğimiz gençler bir iki diploma ve bir iki torpille hemen adam oluyorlar ve şımarık çocuk gibi hayata atladıkları ilk emekleme devrelerinde istedikleri mevkiyi, masayı istiyorlar. Ve dahi istedikleri gibi de kapıyorlar. Bu isteyişe bırakın 'dur' demeyi; isteyişi mubah(hiçbir sakıncası bulunmayan) gösterecek her türlü şartlar ve mekanizmalar da oluşturuluyor, onlara. Daha pişmemiş bu gençlere (hatta içlerinde ‘ergenliğini tamamlayamamış’ olarak hemen her arenada gördüğüm ve tanımladığım yetişkin yaşında olabilenler de bulunabiliyor) mi kızalım? Yoksa bu hamlara devlet ve millet töresini, insanın ve hayatın ne olduğunu pekâlâ da bildikleri halde tüm asil ve asıl bilgileri ayaklar altına sererek arka çıkan büyüklerine mi, kızalım? Kızmayalım mı? Peki! O zaman, "bu devlet zayıflıyor, devletin işi yürümüyor; insanın insana saygısı, sevgisi, güveni kalmadı. Milletimiz eskiden ne kadar da güçlü ve bilgiliydi, cihanı dize getirirdi, biz ne kültürlü idik" diye de hayıflanmayalım. İki yoldan birini tercih edebiliriz insansak eğer... 'Hem bu yolu seçtik, size ne hem de o yolu özlüyoruz, kime ne' deme hakkımız yok!!  Dedik mi? İnanın kendi yüreğimiz bile bize inanmaz; bize inananımız da gün geçtikçe tükenir...

Asla unutulmamalıdır ki devlet ve millet töresini bilen hakiki insanlarla hak terazisi şaşmamış 'kamu vicdanı'nın çok iyi bildiği üzere; ilim ve devlet erkanı içinde 'bilgi' önemlidir, gereklidir ama yeterli ve her şey değildir. Kaldı ki bizim töremizde (hem islâmî  hem insanî töremizde) bilginin dahi ilk adımı 'kendini bilmek'tır. Devletin ve ilmin belli bir töresi, usulü, erkânı vardır... Devlette ve ilimde sıra, töre vardır.  Usta-Çırak ilişkisi vardır. Büyüğe, tecrübeye, liyakate, ehliyete, alın terine, bir işte pişmeye, yapılan işin mahiyetine hürmet vardır... Devlette de  millet de aslî unsur 'insan'dır; 'insan' kalabilmektir.

Anlaşılan, biz son dönemlerde ilk gençlik, orta gençlik ve ilk yetişkinlerimiz (son gençilk)e bunları anlatamamış; insanlık ve devlet töresi dersleri verememişiz. Hatta bazılarını  olması gereken kıvamda (içimizden çoğu bu sırayı töreyi bildiği halde) yetiştiremediğimiz gibi, oldukça şımartarak hak etmediği yerlere getirmişiz.  'Azıcık okudum; arkama da birini / birilerini de buldum; paraşütle, yukarıdan gözümü kestirdiğim yere ineyim' diyen her yaştan o kadar çok çocuk ve cahil (devlet / ilim / insan / hayat cahili) var ki etrafımızda. Ben bu devlete ve bu millete üzülüyorum. Bu cahil ve edepsizleri ayıklayamadığımız, böylesi nadanlara 'sen dur bir hele' diyemediğimiz sürece de devletin ve milletin özlediği güzel günlere, beklediği / hak ettiği asıl güce ulaşması çok zor... Diller söylese de yürekler bu hayallere asla varamayacaktır.

Oysa hem insan açısından edep, hak, liyakat, onur davası vardır; hem devlet açısından beka ve devamlılık diye bir esas / bir sarsılmaz kaide vardır... Ne yazık ki gün geçtikçe biz insan olma ve devletin bekası konularındaki bilincimizi,  yüzlerce yıllık devlet, millet, ümmet töremizi, geleneğimizi böylesi zengin bir mirasımız olmasına rağmen kaybediyoruz. (Ne uğruna? İnsan olmayı ezme pahasına ucuz, günlük çıkarlar, avuntular uğruna... Buna tevessül(=hak etmeden girişmek) ve tenezzül(=yerini bilmeden istemek)  edenlere, cidden yazık! Bu davranışı yerine getirenlerden daha çok insanımıza / insanlığa yazık…)

Devleti, milleti, ümmeti için samimi olan her yaştan aklıselim "insan"ımıza sesleniyorum! Biz; insanımızı ve devletimizi, gerek göz yumarak gerek ses çıkarmayarak ve gerekse -hiç olmamasını dilerim- pişmemişleri önemli yerlere son sürat getirmeye devam ederek kendi elimizle zayıflatırsak ya da devleti, milleti için samimi ve fedakarca çalışan ehil, eserleriyle / şahsiyetiyle aranan ve 'var' olan hakiki insanlarımızı  küstürür, sindirir, yalnız ve güçsüz bırakırsak bunun vebalini ödeyemeyiz.

İnsanımızı yaşatmalıyız, oysa! Hem de ehliyet liyakat,  hak hukuk, sıra töre, alın teri göz nuru, ilim irfan, insan insanlık, saygı sevgi, onur vakar, gelenek gelecek bilen insanımızı... Devlet ve millet; hangi samimi ve hakiki 'değerlere' sahip çıkabildiğimizi anladığımız müddetçe ve sadece insanlık yolunda ilerleyenlere 'insanlık arenasında' layıkı ile yer verdikçe yaşar. Bundan gayrısından Yaradan’a sığınırız…

Saygılarımla.

Rânâ İSLÂM DEĞİRMENCİ

Eğitimci / Şair-Yazar